HER ülke güçlü olmak ister, özellikle de ekonomik açıdan. İktisaden güçlü olmak ülkeye önemli avantajlar sağlar. Öncelikle, ekonomik güç daha fazla imkan, daha fazla imkan da daha fazla top tüfek demektir. Tarihte merkantilist politikalar bu amaca hizmet etmiştir. İkincisi, güçlü ekonomiye sahip ülkeler havuç ve sopa politikasını daha rahat uygular. Yapılan yardımlar ya da yaptırımların dış politikada katkısı çok olur. Üçüncüsü, ekonomi geliştikçe, diğerlerine fark attıkça oyunun kurallarını belirleme şansı da artar. Uluslararası standartları düzenleme imkanı doğar. Güçlü ülkenin kuralları evrensel kurallara dönüşür.
Ülkelerin ekonomik güçleri kuşkusuz sabit değildir. Zaman içerisinde güç dengesinde kaymalar olur. Sadece son 25 yılda bile bu anlamda çok şeyin değiştiğini söylemek mümkün. Bu konuda milli gelir rakamları önemli ipuçları sağlıyor. Özellikle ülkelerin dünya üretimine yaptıkları katkılar bu açıdan anlamlı. Örneğin, satın alma gücü paritesine göre yapılan hesaplamada 2006 yılında dünyadaki üretimin %23,1’i Avrupa Birliği’nce yapıldı. Aynı yıl ABD’nin payı %21,9, Çin’inki %10,1, Japonya’nınki ise %6,8 oldu. 1980 yılında tablo çok daha farklıydı: AB’nin katkısı %29,8 iken ABD’ninki %22,5, Japonya’nınki %8,3, Çin’inki ise %2 idi. Asya’daki gelişmekte olan ülkelerin dâhil edilmesiyle oluşturulan yeni bir sınıflamada ise içinde Çin’in de bulunduğu “Gelişen Asya”nın payının son yıllarda arttığı gözüküyor. Bu pay 1980’de %7,1 iken, 2006’da %19,15’e çıktı.
Bu rakamlar ekonomik gücün ağırlık merkezindeki değişime işaret ediyor. Buna göre ABD halen en büyük ekonomik güç. Ancak bu güç artık tepe noktasında değil. 1950’lerin hegemonik ABD’si ile günümüzün süper ABD’si arasında ciddi fark var. Artık ABD görece inişe geçmiş durumda ve daha da inecek. Çıkışta olan ise başta Çin olmak üzere Hindistan ve diğer Asya ülkeleri.
ABD’nin görece güç kaybının önemli sonuçları bulunuyor. Öncelikle, ekonomik gücün önemli avantajlarını artık eskisi gibi rahatlıkla kullanamayacağı anlaşılıyor. Bu durum özellikle son krizle birlikte daha da belirginleşti. ABD resesyondan makul bir zamanda çıkamazsa dış politika hedeflerini gerçekleştirmede gittikçe zorlanacak. Zira bunun için hem kaynağı hem de isteği azalacak. Güç kaybının daha önemli bir sonucu ise uluslararası karar alma mekanizmalarının eskisi gibi işlemeyecek olması. ABD’nin hegemonik güç olduğu dönemde kurgulanan uluslararası sistem yeni dönemin çok kutupluluğuna uyum sağlamak zorunda. Çok kutuplu fakat birbirine daha bağımlı bir dünya ekonomisi ancak daha çok katılımla yönetilir. Son yıllarda G-20’nin öne çıkması bunun bir göstergesi.
ABD’nin nispi ekonomik gücündeki azalma yeni birşey değil. Teknik tabiriyle “kaba güç” kaybı özellikle 1980’lerden itibaren sıklıkla dile getiriliyordu. Dün yükselen Japonya vardı, bugün ise Çin. Yeni olan ise ABD’nin “ince gücü”ndeki hızlı değer kaybı. İnce güç, askerî ve ekonomik güç göstergelerinin ötesinde farklı nüfuz ve çekim alanlarını ifade ediyor. İnce güç, kaba güç kullanmaksızın ikna kabiliyeti ve cazibeyle hedeflere ulaşmayı sağlıyor. İktisadi anlamda ABD’nin ince gücü, Amerikan ekonomi modelinin ve değerlerinin çekiciliğidir. Yaşamakta olduğumuz son krizle birlikte ABD’nin özellikle finans modeli ciddi anlamda sorgulanır oldu. Dünyanın en sofistike finansal sisteminin güvenirliği zarar gördü. Bu anlamda Amerikan imajı zedelendi.
Amerikan modeli 1997 Asya Krizi’nde de benzer bir imaj kaybı yaşadı. O dönemde krize karşı özellikle IMF’nin önerdiği reçeteler ciddi eleştirilere maruz kaldı. “Washington Uzlaşması” günah keçisi haline geldi. Başka bir deyişle, ABD’nin savunduğu ve önerdiği ilke ve değerlerin tek doğru olmadığı, hatta yanlış olabileceği anlaşıldı. İlginçtir, Asya ülkelerinin o krizden çıkardıkları en büyük ders, cari açık yerine cari fazla verme politikası oldu. Cari fazlalıklarıyla ABD’yi finanse eden bu ülkeler bugünkü krizin oluşmasına katkıda bulundu.
Son yıllarda Amerikan ekonomik/finansal modelinin zedenlenmesine dolaylı da olsa katkıda bulunan bir başka olay 11 Eylül hadisesidir. Terörist saldırılarla dünyanın en güvenilir ülkesi tam bir şoka uğradı. Bu olayın finansal sonuçlarından biri, sistemin tıkanmaması için faizlerin hızla düşürülmesi oldu. Düşen faizler likidite bolluğunu daha da artırdı. Likidite bolluğu ise yaşamakta olduğumuz finansal krizin şiddetini artıran önemli bir unsura dönüştü.
Görünen o ki, Asya Krizi, 11 Eylül saldırıları ve son yaşadığımız ABD kaynaklı küresel finansal kriz, bir model ve değerler sistemi olarak Amerika’nın ince gücündeki erimeyi hızlandırdı. Devletin ve güvenliğin farklı derecelerde daha ön plana çıktığı Kıta Avrupa’sı ve Çin modelleri artık gündemde. Amerikan ekonomik modeli hâlâ güçlü olsa da baskın bir model değil.
ABD’nin bugünlerde en çok ihtiyaç duyduğu şey, eski çekiciliğine kavuşması ve ince gücüne yeniden sahip olması. Bu anlamda yeni Başkan Barack Obama’dan beklentiler oldukça yüksek. Kuşkusuz ABD dün yaptıklarından çok daha iyisini yarın yapabilir. Ancak bunu yaparken değişen ekonomik güç dengesinin farkında olması ve muazzam askerî gücünü ekonomik ya da ideolojik amaçlar doğrultusunda kullanmaması gerekiyor. ABD’nin meşruiyetini yeniden kazanmasının yolu ortak akıldan geçiyor. Bu ortak akıl sadece Amerikan vatandaşlarını değil dünyadaki tüm ülkeleri kapsıyor. Yes, we can… Başkan Obama’nın seçim sloganını işte bu şekilde okumak daha doğru.
Paylaş
Tavsiye Et