“TÜRK elitleri, niçin tarihlerine yabancı, değerlerine karşı tepkili, geleneklerine karşı aşağılayıcılar? Yalnızca Batılı olduğunu savunanlar değil, muhafazakârlar bile...” Bu soru ve yoruma, bulunduğum üniversiteye bir konuşma yapmak üzere gelen Alman bir akademisyen-felsefecinin onuruna verilen akşam yemeğinde muhatap oldum. Profesörün, XV. ve XVI. yüzyıl Avrupa tarihini konu edinen yüksek lisans çalışması yapmış bir tarih ögretmeni olan eşi, hem mesleği dolayısıyla Türk tarihiyle ilgili hem eşinin İslâm felsefesi uzmanı olması dolayısıyla değişik çevrelerde bulunmuş ve muhtelif düşüncelere mensup Türk akademisyenlerle tanışmış hem de görev yaptığı okullarda okuttuğu Türk ögrenciler ve velileriyle farklı seviyelerde ilişki kurmuş. Bildiği diller, getirdiği yorumlar, hanımefendi ağırlığıyla sorduğu sorular, öylesine değil, uzun zaman diliminde yaptığı bir tespitin nedenini merak ettiğini gösteriyor. Öyle ki, son dönem Türk tarihine ilişkin yorumlarını dinlemek bile insana acı veriyor. Bildiğiniz gerçekleri, yabancı birinin merak saikiyle dahi olsa yüzünüze karşı dillendirmesi, size ayna olması, fikrî seviyede ele alabileceğiniz bir sorunu hissî bir seviyeye taşıdığı için rahatsız ediyor. Fikriyat eleştirilir; ya hissiyat? Üzerine konuşmak bile acı verir. Evet! Bu soru ve yoruma yüzlerce kişi onlarca yanıt vermiş olabilir; tüm bunları da okumuş olabilirsiniz; ama doğrudan bu soruya, başka tespit ve yorumların eşliğinde siz muhatap olursanız, o zaman durum oldukça farklı bir hâl alıyor.
Hem söylenenleri hem de kendi kişisel deneyimlerimi dikkate aldığımda, aklıma yıllar önce ABD’de tanıştığım bir Uygur Türk’ünün anlattığı olay geldi. Yıllarca Nazi subaylarının zorunlu ikamete tabi tutulduğu bir birimde görev yapmış bu güngörmüş Türk kocası, kişisel olarak hiç sevmediği halde, subayların en çok, esir olmalarına, her şeyi kaybetmelerine karşın yaşam alışkanlıklarından, düzen ve temizliklerinden ödün vermeyen mağrur tavırlarına hayrandı. Bir gün çay sefası eşliğinde anılarını anlatırken kendisine sordum: “Hiç kişisel düşüncelerini ögrenebildiniz mi?” Bana, “Belki inanmayacaksın ama kendi aralarında bile yalnızca zorunlu hallerde konuşurlardı ve günlük dilin gerektirdiği sözcükleri kullanırlardı?” dedi. “Yazık! Hitler hakkında ne düşünüyorlardı? Bunu bilmek isterdim.” deyince, şöyle yanıt verdi: Uzun yıllar çalışınca, bir de Türk olduğumu öğrenince bana daha farklı davranmaya başladılar. Ben de bir gün bu samimiyetten yararlanarak, ilişkimizin iyi olduğu birine sordum: “Hitler’i seviyor musun?” Yanıtı şaşırtıcı idi: “Nefret ediyorum.” Neden, diye sordum. “Çünkü başaramadı.”
Başarısını yalnızca inandığı, uğruna her şeyini göze alabileceği değerlerine bağlayan bir kişi, başarılı olduğu sürece, değerlerini kutsar, onlara sımsıkı tutunur; başarısız olunca da ilk olarak değerlerinden nefret eder; onları küçümsemeye başlar. Maddî ve manevî değişkenleri değerlendirmeyen, kurucu ya da yıkıcı yerlerini belirleyemeyen, her şeyi mensup bulunduğu değerlere yükleyen, maddî ve manevî koşullar el verdiği sürece başarılı olan bir kişi, ibre aleyhine döndüğü zaman da koşullara bakmaksızın sorumlu olarak yine en genel anlamıyla değerlerini ilan edecek, zamanla onlara bağlılığı gevşeyecek, azalacak, küçümseyecek, tahkir etmeye başlayacak, bir süre sonra da tüm günahı onlara yükleyip nefret edecektir. XVI. ve XVII. yüzyıllarda Osmanlı coğrafyasını ziyaret eden Avrupalı seyyahlar, başta elitler olmak üzere, Müslüman halkın Osmanlı başarılarını dinî değerlere nasıl indirgediklerini anlatırlar. Nitekim çok erken bir dönemde Mehmed Birgivî örneginde görüldüğü, ileri tarihlerde de sıkça müşahede edildiği üzere, çözülmeler, başarısızlıklar da yine özellikle dinî değerlere yüklenilmeye başlanmıştır. Denilebilir ki, başarılı olduğu sürece kutsanan değerlerden başarısızlık döneminde nefret edilmiştir. Yakın dönem tarihimiz bu tavrın örnekleriyle doludur.
Geçmişin bu biçimde algılanmasını, başka değişkenler yanında, anlayabilsek de, günümüz Türkiye’sinde bile pek çok soru ve sorunun yine yalnızca değerler üzerinden ele alındığını, tartışıldığını görmek son derece ilginç... Soru ya da sorunun doğasına yönelmeksizin yalnızca değerlere güvenmek hayal kırıklığı yaratır. Bir su sorunu, bir trafik sorunu, bir siyasi sorun yalnız ve yalnız değerler çerçevesinde ele alınıp çözülecek türden değildir. İyi bir fırıncı olabilmek, başarılı bir matematikçi yetiştirmek, uluslararası politikada başarı kazanmak yalnız ve yalnız dinî ya da ideolojik değerlerden beklenemez. Ne şucu ne bucu olmak, ne şu ne bu ırka mensubiyet, ne şu dine ne bu dine aidiyet duymak, tek başlarına, insanları başarılı ya da başarısız kılmazlar.
Söylenenler, insan hayatındaki başarı ve başarısızlıklarda değerlerin yerini tahfif etmek değildir; yalnızca değerleri tek değişken almanın, başarı veya başarısızlığı yalnızca değerlere indirgemenin açıklayıcı olmadığını vurgulamaktır. Bir dinî veya siyasi ideolojiye sıkı sıkı tutunmak yaptığınız işe bir renk verir; ama tek başına kesinlikle başarı garantisi vermez. Nasıl ki Tabiat’ta, doğal güçlerin mahiyetini dikkate alarak alet ve edevat yapıyor, tedbir alıyorsak; Hayat’ta da, soru ve sorunların doğasını göz önünde bulundurarak çözüm önermek zorundayız. Tersi durumda uçarken kutsadıklarınızı düşerken lanetlersiniz. Başarısızlığın maddî ve manevî değişkenlerinin tahlili kişiye yeni bir atılım verir, yeni bir başlangıç yapmasını sağlar; yalnızca değerlere indirgenen bir başarısızlık yorumu ise ya körce yeni bir değer manzumesi edinmeye ya da karşısında başarısızlığa uğranılmış kültürün değerlerini benimsemeye götürür. Elitlerimizin her şeyimizden tiksinmesinin, nefret etmesinin, iğrenmesinin, hatta başarılı olan başka kültürlerin, yine, yalnızca değerlerine sığınmalarının tarihî psikolojik analizi budur. Sonuç, yabancı tarih ögretmeninin o yemekte artık susmama neden olan şu tümcesidir: “Elitleriniz, entelektüel seviyede, kusura bakmayın ama, Latin alfabesi kadar Türkler.”
Paylaş
Tavsiye Et