AK Parti’ye yönelik açılan kapatma davasının neticelenmesiyle, Türkiye’de siyaset yeni bir döneme girdi. Bilhassa cumhurbaşkanlığı seçimi sürecinde laiklik ekseninde bir kriz yaratma çabası, işba noktasına ulaştıktan sonra adeta anlamını ve kullanım değerini yitirdi. Laiklik cepheleşmesinden “yorgun siyaset” kendisine sığınacak bir liman aradı. Liman ihtiyacı bilhassa, AK Parti’yi yenemediklerini düşünen cephede hissediliyordu. Bu liman apolitik olmalıydı; ama politikanın yeniden üretildiği duygusunu ve imajını da vermeliydi. Bu belki milliyetçilik olabilirdi. Ancak bu konu çok kullanıldığından inandırıcılığı kalmadığı gibi, AK Parti de bu meselede öne geçmiş ve milliyetçi bir üslupla siyaset yapmaya başlamıştı. Yeni siyasi hat, AK Parti’yi iktidara getiren dinamikleri bozacak bir hat olmalıydı. 2002 öncesinde yaşanan iktisadi krizler ve yolsuzluk iddiaları da düşünülünce, yeni hat bulundu: Yolsuzluk ve yoksulluk üzerinde etik siyaset. Böylece AK Parti’nin önemli bir söylemi elinden alındığı gibi, tabanı da ideolojik kutuplaşmayla sabitleştirilmeden yerinden sökülebilecekti. Muhalefetin, bilhassa CHP’nin inşa ettiği bu hat; CHP-AK Parti kutuplaşmasının altında ezilen MHP’yi, AK Parti’yi kapatmayı başaramayan ve girdiği mücadeleden ağır hasar alarak çıkan bürokrasiyi, AK Parti ile girdiği tartışmalarda onu yıpratacak yeni bir argüman bulan TÜSİAD çevrelerini, AK Parti’nin reformcu kimliği dolayısıyla kimlikleri ellerinden alınan “demokrat”ları, yolsuzluktan yıkılmış merkez sağ siyasetçileri ve medyayı da ziyadesiyle memnun etti. Hatta tuhaftır, muhalefetin zorlamasıyla ancak siyaset yapan “yorgun siyasetçi” AK Parti de siyasetin bu yeni hatta oturmasından çok rahatsız görünmüyordu. Sıradan vatandaşlar arasında bu yorgunluktan payını alanlarla “aman bir tatsızlık çıkmasın”cılar da bu gelişmeden hoşnuttular.
Bu stratejinin iki ayağı vardı. Birincisinde AK Parti’nin yolsuzlukla ilişkisi olduğu kanaatini kamuoyuna mal etmek hedefleniyordu. İkincisinde AK Parti’nin yardım marifetiyle yoksullarla kurduğu ilişkiyi koparmak amaçlanıyordu. İşte Almanya’da başlayan Deniz Feneri davası bu iki hedefin bir arada gerçekleşmesine hizmet edecek olağanüstü bir fırsat olarak görüldü. Ancak ölçü o derece kaçırıldı ki, kamuoyundaki inandırıcılık zayıfladı. Davanın bir anda siyasileştirilmesi, belki kendi haline bırakılsa bu hedeflere hizmet edebilecek gelişmelerin dahi önünü kesti. Meselenin bir dava marifetiyle takdimi de, zaten davalardan ve mahkemelerden bıkmış vatandaşların beklendiği ölçüde dikkatini çekmedi. Üstelik halihazırda yürüyen Ergenekon ile başarısız kapatma davalarının bir tür rövanşı izlenimi veren Almanya Deniz Feneri davası arzu edilen neticeyle sonuçlanmadı. Muhalefetin bu saldırısının, sadece AK Parti’ye değil, sivil toplum kuruluşlarına da yönelik bir saldırı olarak algılanmasına yol açtı. Muhalefet, bilhassa CHP ve Doğan medya grubu, meseleyi yolsuzluk ötesinde bir yere taşımaya çalıştığı için ikna edici olamadığını, bir faaliyetin hukuksuzluğunu değil bir varoluş şeklini ve sivil aktörlerin meşruluğunu tartışmaya açtığı için bu davayı hassasiyetle takip eden muhafazakâr, mütedeyyin kitlenin sessiz reaksiyonuyla karşılaştığını dahi fark edemedi. AK Parti’ye karşı kullanılmak istenen yolsuzluk ve yoksulluk söylemi bu şekilde, ideolojik bir karakter kazanmış oldu.
Bu stratejik yanlış, yolsuzluk ve yoksulluk üzerinden gelişen siyasi hattın erkenden başarısızlığını göstermesine rağmen, basının da katkısıyla oluşan gürültü ortamı muhalefetin yeniden düşünmesini engelledi. Bunun da ötesinde muhalefetin perspektifi, demokratik ve sivil zemini daraltacak devletçi, bürokratik ve otoriter bir muhtevaya sahipti. Nitekim Almanya Deniz Feneri davasını takiben açılan yoksullara yardıma yönelik “sadaka kültürü” tartışması da fiyaskoyla neticelendi. Yoksullarla da sıradan vatandaşlarla da nasıl konuşulacağını bile bilemeyen bir bakış açısından bir etik çıkarmak mümkün değil. Umberto Eco’nun dediği gibi, “Etik, ancak ötekinin sahneye girişiyle mümkün olabilir”. Ötekinin meşruluğunu kabul etmeyen, kamusal alana çıkartmayan ve kendi dışındaki bütün ötekileri hiç kimse haline getiren bürokratik vesayet ise zaten başka türlü bakamaz. Bakamadığı için de bu ufkun ötesini göremez.
Almanya Deniz Feneri davası ve sadaka kültürü tartışmalarının başarısızlığına rağmen yolsuzluk tartışmalarına devam edildi; üstelik de CHP’nin etik siyaset anlayışı CHP’li Çankaya Belediye Başkanı Muzaffer Eryılmaz’ın ifşaatlarıyla ayyuka çıkarken... Bu seferki proje, dürüst ve mütevazı imajıyla hesap uzmanı kökenli eski bürokrat, yeni siyasetçi Kemal Kılıçdaroğlu üzerinden geliştirildi. Kılıçdaroğlu rolünün hakkını veriyor, basın kendisini olağanüstü destekliyordu. Elinde belgeler sakin sakin konuşuyordu. Rakipleri kızdığında uygar bir biçimde tartışmak istediğini, aksi halde üzüldüğünü söylüyordu. “Eroin kaçakçısı” dediği şahsın kendisinin değil, firmasının anlaştığı bir başka firmada çalışan yüzlerce şoförden birinin şahsi olarak eroin kaçakçılığı yaptığı ortaya çıkınca da sakindi o. Rakipleri ise “bu kadarcık” bir iddia karşısında dahi kızan ve uygarlık çizgisinden kayan kişilerdi. Doğrusu böyle bir tartışmayı seyredip, “Bak burada aşırı kaçtı ama diğer söyledikleri belgelere dayanıyormuş” rahatlığıyla futbol yorumu gibi konuşma zevkine kapılan seyirciler de bu projenin başarıları arasındaydı. Ergenekon davasında masumiyet karinesi şiarıyla insan hakları aktivisti kesilen bu kesimlerin, konu ötekiler olunca masumiyet karinesinden ne kadar kolay vazgeçebildikleri bu şekilde görülüyordu. Ancak Kılıçdaroğlu, tartıştığı isimlerin partideki görevlerinden istifa etmesi ve en son Melih Gökçek’in Ankara Büyükşehir Belediyesi’ne yeniden adaylığının açıklanmasındaki gecikme nedeniyle siyasette bir yıldız haline geldi. Proje tutmuş muydu? Kılıçdaroğlu’nun başarısı bir anda siyasete tahvil edilmek istendi ve İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı’na aday ilan edildi. Halbuki memur ve üniversite şehri Ankara, Kılıçdaroğlu için daha uygun olurdu. Üstelik Gökçek karşısında avantajlı olarak yarışa başlayabilirdi. Murat Karayalçın faktörü Ankara adaylığını mümkün kılmadı. İstanbul adaylığı ise Kılıçdaroğlu için sonun başlangıcı sayılabilir. Zira “Belge buldum, benim dışımda herkesin namusundan şüphe ederim” tavrındaki muhalif ve müfettiş Kılıçdaroğlu, bir icra makamına uygun kaçmayacağı için CHP’nin dışındaki seçmene hitap etmeyecektir.
29 Mart’taki mahalli idareler seçimleri, kapatma davasından sonra AK Parti’yi sıkıştırmak için devreye giren yolsuzluk ve yoksulluk üzerinden etik siyaset anlayışının sonu olacaktır. Daha Almanya Deniz Feneri davasıyla apolitik karakterini ve ötekini kabul etmemesiyle etik vasfını kaybeden bu anlayış, CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’ın mahalli idareler seçimlerini Ergenekon davasının bir referandumuna dönüştürmesiyle de fiilen sona ermiştir.
Paylaş
Tavsiye Et