TÜRKİYE’NİN yaşadığı büyük dönüşüm ve meşruiyet krizi, siyasi partileri de sarsıyor. Bilhassa 3 Kasım 2002 seçimleri sonrası siyasi yelpazede yaşanan değişim ve merkezin yeniden teşekkülü süreci, siyasi partilerin kimliklerinde yeni arayışlara yol açtı. Siyasi felsefe ve ideoloji geleneği zaten zayıf olan Türkiye’de partiler, bu rüzgarın etkisiyle iyice savrulmaya başladı. Son zamanlarda AK Parti’nin demokratik ve sivil duruşunun devletlü ve merkezci bir çizgiye kayması, CHP’nin çarşaflı hanım üyeler kaydetmesi ve MHP’nin Başbakan Erdoğan’ın sert söylemleri karşısında “Ya sev ya terk et!” sloganını eleştirerek Alevi sorunu üzerine açılım yapması bu minvalde sayılabilecek değişiklikler.
Peki, bütün bu “şaşırtıcı” değişiklik alametleri, ne ölçüde gerçek bir arayışı ve değişimi ifade ediyor, ne ölçüde yaklaşan mahalli idareler seçimine yönelik bir oportünizm içeriyor? Kamuoyu bu soruyu tartışıyor. 3 Kasım 2002’de TBMM’ye sadece AK Parti ile CHP’nin girebilmesi, çok partili siyasi yelpazenin iki parti ekseninde yeniden kurulacağı beklentisini yaratmıştı. Ancak CHP’nin cılızlığı bu beklentinin hayata geçmesini engelledi. Neredeyse bütün inisiyatif AK Parti’nin eline geçti. Böylece MHP, DYP ve ANAP’ın konumları da AK Parti’nin bırakacağı boşluğu gözeterek, orada konumlanmak şeklinde gelişti. Bu durum cumhurbaşkanlığı seçimleri sürecinde, siyaset dışı aktörlerin siyasete müdahale etmesiyle yeni bir ivme kazandı ve AK Parti boşluk bırakmak yerine toplumsal muhalefeti ve değişim arzusunu taşıyan daha büyük bir siyasi aktöre dönüştü. AK Parti’nin daha da büyüyerek çıktığı bu kriz karşısında, CHP oy oranını muhafaza ederken, DYP ve ANAP ise silindi.
MHP ise AK Parti’ye karşı gelişen reaksiyonun CHP şemsiyesi altında toplanamayan kısmını arkasına alarak 22 Temmuz 2007 seçimlerinden üçüncü büyük siyasi parti olarak çıktı. Ancak MHP bu başarıdan memnun kalmadı. Zira daha büyük bir oy oranı bekliyordu ve AK Parti’nin %47 gibi bir oy patlaması yapabileceğini tahmin etmiyordu. Bu hayal kırıklığı, seçimlerden hemen sonra kimi MHP sözcülerinin seçmeni ve Türk milletini küçümseyen ve suçlayan açıklamalarıyla dışa vuruldu. MHP’yi asıl sarsan gelişme ise, geleneksel olarak en güçlü olduğu Orta Anadolu’da AK Parti’ye ciddi oranda oy kaptırmasıydı. Daha önce nispeten zayıf olduğu Marmara, Ege ve kısmen Akdeniz’den oy alması ise ilk bakışta pek de sevindirici değildi. Çünkü bu oyların ne ölçüde kalıcı olduğu tartışmalıydı. Üstelik bu durum MHP’nin içinde zar zor kurulmuş olan Türk-İslam sentezi dengesini sarsabilecek bir siyasi haritayı ortaya koyuyordu. Bu durumun neden olduğu ciddi kaygılar, MHP’nin 22 Temmuz seçimlerindeki seçmen iradesini ve bilhassa kaybettiği geleneksel tabanını dinleyen bir politik tercihi beraberinde getirdi. Bu bağlamda kısa vadede yeni kazandığı oy tabanından gelebilecek eleştirilere ve kopma ihtimaline rağmen, cumhurbaşkanlığı seçimi krizini devam ettirmeyerek CHP’nin ve bürokrasinin yanında yer almayacağını ilan etti. Ancak bu politik hamle aynı zamanda AK Parti lideri Tayyip Erdoğan’ı zora sokacak bir hamleydi. Çünkü MHP kayıtsız şartsız TBMM’ye gireceğini ilan ederek, Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanlığının önünü açmış oluyordu. Bu şekilde Erdoğan’ın CHP ve bürokrasiyle pazarlık yaparak krizi sona erdirme imkanını da elinden alıyordu.
MHP’nin DTP ile kriz yaşaması beklentisi de Genel Başkan Devlet Bahçeli’nin DTP’lilerle sıcak bir şekilde el sıkışmasıyla sona ermişti. Bahçeli, yükselen terör ve DTP’nin kitle gösterileri karşısında tabanını sokaktan uzak tutma basiretiyle de her kesimin takdirini topluyordu. Bu şekilde MHP kriz anlarında yapıcı bir role soyunarak, krizlere TBMM içinde çözüm aranması iradesi ve bu yöndeki teklifleriyle ilgi çekti. Başörtüsüyle ilgili Başbakan Erdoğan’ın çağrısına kendisinin müspet cevap vermesiyle başlayan anayasa değişikliği ve sonrasında AK Parti’ye yönelik açılan kapatma davası karşısında MHP, TBMM’yi ve siyaseti savunan (parti içinde bürokratik kesimin sözcülüğünü yapan Emekli Büyükelçi Deniz Bölükbaşı’nın basına yansıyan kimi konuşmalarını saymazsak) istikrarlı bir siyasi duruş sergiledi. Keza Ergenekon yapılanmasının parti içerisinde faaliyet göstermesine izin vermeyen MHP, devletten müstakil bir siyasi parti olma konusunda kamuoyu nezdinde ciddi adımlar atmış oldu.
DTP ile siyasi mücadelesinde çok sert bir söylem kullanan Başbakan Erdoğan’ın, bir dönem MHP’ye atfedilen “Ya sev ya terk et!” söylemine benzetilen kimi açıklamalar yapması, MHP’nin eline yeni bir fırsat verdi. MHP lideri Bahçeli, bu vesileyle bu sloganı benimsemediklerini ve sevmeyenlerin vatanını terk etmemesi için Başbakan dâhil herkesin uğraşması gerektiğini söyleyerek 22 Temmuz seçimleri sonrası inşa ettiği politik çizgiyi tahkim etti. Bahçeli burada da durmayarak Alevi sorunu ve Alevi yurttaşların talepleri konusunda anlamaya ve anlaşmaya yönelik çabaları destekleyeceklerini ilan etti. Kürt meselesi ve Aleviler gibi MHP için fevkalade hassas iki konuda yapılan bu açıklamalar, partinin özellikle 12 Eylül öncesindeki konumundan uzaklaştığını gösteriyor. Alparslan Türkeş’in son zamanlarında Nazım Hikmet’ten şiirler okuyarak ve Ermenistan’la görüşmeler yaparak oluşturmaya çalıştığı, ancak mafyöz ilişkiler ve derin devlet temaslarıyla malul çalışmaları, Bahçeli liderliğinde ikna edici bir hüviyet kazandı.
22 Temmuz seçimlerinde geleneksel oy tabanını AK Parti’ye kaptırması, MHP’yi şimdiye dek geleneksel tabanını düşünerek soğuk durduğu açılımlar yapması konusunda teşvik etti. Öte yandan MHP’nin TBMM’de temsil edilebilmesi, partiyi marjinal söylemlerden uzak tutan bir dinamiği hayata geçirdi. Bu haliyle MHP’nin yaşadığı değişimin siyasi bir gerekçesi ve mantığı bulunuyor. Ancak problem şu ki, MHP’deki değişim sadece Genel Başkan Devlet Bahçeli ve onun kontrolü altındaki teşkilatlarla sınırlı. Üstelik Bahçeli’nin ses tonu ve üslubu da dinleyenleri şüpheye düşürecek ölçüde sert. Bu değişimi toplumsal tabana taşıyacak aktör ve ideolojiden ne ölçüde bahsedilebilir? MHP’nin yeni politik hattının arkasında toplumsal aktörlerin, milliyetçi aydınların, milliyetçi gazete ve dergilerin bir desteği var mı? Bu sorulara olumlu cevap vermek oldukça zor. MHP içerisinde herhangi bir toplumsal aktörün siyaset yapabileceği bir vasat yok. Bahçeli’nin demokratik ve sivil söylemi, otoriter bir liderlik ve teşkilat yapısı altında “gerçekleşiyor”. Bu yüzden de hayata geçemiyor. Milliyetçi aydın ve neşriyat ise ezici bir çoğunlukla Bahçeli’nin bu söylemini çok ağır bir şekilde eleştiriyor. Siyaset üstü olduğunu söyleyen yüz yıllık bir milliyetçi teşkilatın, bölge toplantısında Abdullah Çatlı’nın kabrini toplu olarak ziyaret etmesi durumun vahametini ortaya koyuyor.
Paylaş
Tavsiye Et