G-20 toplantıları geçtiğimiz Kasım ayına damgasını vurdu. Bilindiği gibi G-20, dünyanın önde gelen gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerinin katıldığı bir forum. Formel bir yapısı yok. Üstelik kurulalı daha on yıl bile olmadı. İlk ilanı 1999’un Eylül’üne gidiyor. Toplantılara 19 ülke katılıyor. Bir de Avrupa Birliği. Üye ülkeler arasında ABD, Almanya, Arjantin, Avustralya, Brezilya, Çin, Endonezya, Fransa, Güney Afrika, Güney Kore, Hindistan, İngiltere, İtalya, Japonya, Kanada, Meksika, Rusya Federasyonu, Suudi Arabistan ve Türkiye bulunuyor. G-20 aslında değişen küresel ekonominin önemli bir yüzünü yansıtıyor. Başka bir deyişle G-20’nin kuruluşu ve artan önemi, bir ihtiyacın sonucu. Çünkü gelecek G-7’nin değil G-20’nin.
Son yirmi yılda dünya ekonomisinde önemli değişimler oldu. Ekonomik güç dengesi hızla değişmeye başladı. Başta Çin olmak üzere Asya ülkelerinin küresel ekonomideki payları giderek arttı. Örneğin, 1991 ve 2006 arası G-7 üyesi olmayan G-20 üyelerinin dünya ticaret hacmindeki payları %11’den %19’a yükseldi. Yine aynı dönemde bu ülkelerin küresel rezervlerdeki payları da %14’ten %43’e çıktı. Gelişmekte olan ülkeler küresel büyümenin de önemli bir unsuru oldular. Gelecek senaryoları bu ülkelerin sistemdeki paylarının giderek artacağını öngörüyor.
Başlangıçta G-5 vardı. Beş sanayileşmiş ülkenin oluşturduğu bir grup. Sonraları G-7 ortaya çıktı. Şimdilerde ise G-20 daha ön planda. 1980’lere kadar önde gelen sanayileşmiş ülkeler dünya ekonomisinin sorunlarını büyük ölçüde çözebiliyorlardı. Ancak 1990’larla birlikte bu denge büyük ölçüde değişti. Özellikle 1997’deki Asya Krizi’nin ardından bu daha da aşikâr oldu. Zira bir yandan G-7’nin ekonomik gücü görece azaldı, diğer yandan sistemin meşruiyeti tartışılır hale geldi. Asya Krizi, dünya ekonomisinin Bretton Woods patentli kuruluşlarca yönetilmesinin zorluğunu gösterdi. Giderek güçlenen yeni oyuncuların küresel sisteme dâhil olması mevcut sistemi sorgulatmaya başladı. G-20, bu anlamda G-7 ülkelerinin bulduğu pragmatik bir çözüm. Denklemin bir tarafında meşru olma ihtiyacı diğer tarafında ise görece küçük ve etkili bir grup olmanın sağladığı avantajlar var. Bu denge şimdilik sistemik öneme sahip 20 üye ile sağlandı. Bu haliyle G-20 dünya gelir pastasının kabaca %90’ını ve dünya nüfusunun da 3’te 2’sini kapsıyor. Ancak bu sayıyı azaltma düşünceleri de var. Şimdiden Arjantin, Avustralya, Güney Kore, İtalya ve Kanada’nın üyeliği sorgulanıyor.
G-20’nin iki kuruluş hedefi var: Birincisi sistemik öneme sahip ülkeler arasında temel iktisadi ve finansal politika konularındaki diyaloğu genişletmek. İkincisi ise herkesin faydalanabileceği istikrarlı ve sürdürülebilir bir küresel iktisadi büyümeyi başarma yönündeki işbirliğini desteklemek. Bu çerçevede G-20 toplantılarında ele alınan konulara bakıldığında, başlangıçta Asya Krizi’nin bir sonucu olarak “kriz önleme”nin çokça ele alındığı görülüyor. Bunu küreselleşmenin meydan okumaları ve terörün finansmanı gibi konular izliyor. 2005’ten sonra ise uluslararası finansal sistemin reformu öne çıkıyor. Özellikle IMF ve Dünya Bankası gibi Bretton Woods kurumlarının reformu ağırlık kazanmış durumda. Geçtiğimiz Kasım ayında yapılan toplantı ise tahmin edileceği gibi küresel kriz odaklıydı. Sürdürülebilir bir büyümenin sağlanması için gerekli reformlar ele alındı. Ancak gerek Brezilya’daki maliye bakanları ve guvernörleri gerekse de ABD’de devlet başkanlarının katılımıyla yapılan toplantılardan önemli bir sonuç çıkmadı. Üye ülkeler başta düzenleme ve denetleme konularında koordinasyonun daha da artırılmasında mutabık kalırken, krize yönelik ortak bir mali paket geliştiremediler.
Bildiride öne çıkan bir husus, kriz dönemlerinde ülkelerin korumacılıktan uzak durmaları ve yatırımlara, mal ve hizmet akışına sekte vurmamaları gereğine dikkat çekilmesi oldu. Yine banka dışı kurumları da kapsayacak şekilde regülasyonların genişletilmesi üzerinde anlaşmaya varıldı. Şeffaflığa ve açıklığa daha çok vurgu yapıldı. IMF, Dünya Bankası ve Finansal İstikrar Forumu’na bu doğrultuda ödevler verildi. Yine G-7 ülkelerinin oluşturduğu Finansal İstikrar Forumu’na yeni üyelerin alınması kararlaştırıldı. Bu konuların önümüzdeki Nisan ayında somut olarak tekrar ele alınması planlanıyor.
G-20 toplantıları büyük beklentiler altında gerçekleşti. Bu beklentinin önemli bir kaynağı, açıklanması beklenen ortak mali eylem planlarıydı. Bu gerçekleşmedi. Ancak ülkelerin bireysel olarak krize dönük mali paketleri desteklendi ve krize karşı önemli rol üstlendikleri kabul edildi. Kimileri G-20 toplantılarına uluslararası finansal mimarinin yeniden gözden geçirilmesi gibi bir misyon da yüklediler. Ancak bu beklenti de boşa çıktı. Yeni bir Bretton Woods sistemi için vakit erken gözüküyor.
Uluslararası finansal mimarinin temelinin atıldığı 1944 ile 2008 arasında önemli farklar var. Her şeyden önce İkinci Dünya Savaşı ya da Büyük Buhran gibi bir dönemden geçmiyoruz. 1944 yılı ABD hegemonyasının zirvede olduğu bir dönemdi. Üstelik hem finansal hem de entelektüel anlamda reform sürecini sürükleyecek bir donanımı da vardı ABD’nin. Bugün ise eski Başkan Bush İngilizce deyimiyle “topal ördek”. Gözler yeni Başkan Obama’da. Yeni bir dünya düzeninin fikir babaları da ortada görünmüyor. O zamanların White ve Keynes gibi entellektüel liderleri vardı. Şimdiki gibi devlet başkanları ön planda değildi. Kısacası yeni bir uluslararası finansal mimari ihtiyacı gün geçtikçe daha çok hissedilecek; ancak bu anlamda bir alternatif henüz ortada bulunmuyor. Bu ise küreselleşen sermaye piyasaları ile ulus-devletlerin kendi düzenleme ve denetlemeleri arasındaki gerilimlerin süreceğini gösteriyor. Küresel sorunlara küresel çözümler getirmek, hele hele güç dengesinin değiştiği dönemlerde, hiç de kolay değil.
Sonuç olarak denilebilir ki; G-20 küresel ekonomik güçteki değişimin bir sonucu olarak ortaya çıktı. Bu haliyle sağladığı en önemli katkı, gelişmekte olan ülkelere sürecin bir parçası olduğu hissini vermek. Daha fazla katılım, uluslararası sistemin ihtiyaç duyduğu meşruiyet sorununun çözümünde de yardımcı oluyor. Ancak bu, uluslararası finansal mimarinin yeniden değerlendirilme ihtiyacını yok etmiyor. Halihazırdaki en önemli sorun, küresel sistemdeki tıkanmaları aşmaya yardımcı olacak, yaptırım gücü olan adil bir yeni uluslararası düzenleme ve denetleme gücünün olmayışı ve olamayışı. Böyle ortamlarda temel risk, ülkelerin koordinasyonu ve işbirliğini bir tarafa bırakıp kendi başlarının çarelerine bakmaları. Bunun yaygınlaşması, dünyayı iki dünya savaşı arasındaki döneme götürecektir. G-20 bildirilerindeki gizli endişe de buradan kaynaklanıyor.
Paylaş
Tavsiye Et