ANAYASA Mahkemesi yine gündemi belirledi. Anayasa değişiklikleri ve parti kapatma davası ile ilgili olarak daha önce verdiği kararların gerekçelerini geçtiğimiz hafta yayınladı. Yayınlanan gerekçeli kararlar birçok açıdan ciddi biçimde eleştirildi; söylenmesi gerekenlerin büyük çoğunluğu söylendi. TBMM’nin yasa koyma konusundaki anayasal tekel olma konumunun elinden alınmasından temel hak ve hürriyetlerin ihlal edilmesine kadar birçok sebeple gerekçeler mahkum edildi.
Mahkeme’yle, kararlarıyla ve gerekçeleriyle ilgili söylenecek çok şey var. Ama bu yazıda farklı bir konuya dikkat çekmek istiyorum. Gelin, AK Parti’nin kapatılması davasının gerekçeli kararında yer alan bazı ifadelerin, başörtüsü ile ilgili anayasa değişikliği için yazılan gerekçeli kararda da yer aldığını düşünelim.
Örneğin Yüksek Mahkeme’nin, parti kapatma ile ilgili gerekçeli kararında “siyasal yapıya egemen olan dogmalar öncelikle özgürlükleri ortadan kaldırır” ifadesi var. Bu ifadenin altına eminim herkes imza atar. Ancak yine eminim ki, herkes bu ifadeden yola çıkıp, başörtüsü serbestîsi getireceği tahmin edilen bir anayasa değişikliğinin iptali yönünde oy kullanmaz. Eğer böyle yaparsa ortaya yaman bir çelişki çıkacağını görür.
Anayasa Mahkemesi’nin yine aynı kararında “Anayasanın 2. maddesinde öngörülen laik Cumhuriyet ilkesi, …din ve vicdan özgürlüğünün ayrımsız ve önkoşulsuz olarak herkese tanındığı… devletin tüm işlem ve eylemlerinde dinler ve inançlar karşısında eşit ve tarafsız davrandığı bir cumhuriyeti öngörmektedir” ifadesine yer veriyor. İfade bu haliyle evrensel anlamıyla demokratik ve laik devlet tanımına oldukça uygun. Ama Anayasa’nın 2. maddesindeki laik Cumhuriyet’i bu şekilde algılayan bir kişi ya da kurumun, başörtüsü takarak eğitim almak isteyen vatandaşlara bu hakkı sunmayı hedefleyen bir anayasa değişikliğini aynı maddeye aykırı bularak nasıl iptal edebildiğini anlamak mümkün mü? Bu anlamıyla tarafsız devletin, bırakın “hizmetten yararlanan”ı, kamu görevlisini bile ayırması mümkün mü?
Gerekçeli kararlar birlikte düşünüldüğünde ortaya çıkan tablo şu: Anayasa Mahkemesi, demokratik ve laik Cumhuriyet’i din ve vicdan özgürlüğünün sağlandığı bir ortam olarak tanımlıyor; ama bunun sonuçlarını kabul etmek istemiyor. Dahası, bunu sağlamayı amaçlayan anayasa değişikliğini yetkilerini aşarak iptal ediyor ve bu değişikliği gündeme getiren iktidar partisini de cezalandırıyor. Enteresan bir biçimde cezalandırma gerekçesinde de şu ifadelere yer veriyor: “…Siyasal partilerin salt düşünce açıklamaları siyasi faaliyet özgürlüğünün doğası gereği toplumsal talepleri barışçı yollarla ve hukuksal düzenlemelerle karşılama çabaları nedeniyle partilerin kapatılmasının zorunlu görülmesi Anayasa ile bağdaşmaz.”
Görünen o ki, Mahkeme üyeleri özgürlükçü ilkelerden yasakçı sonuçlara varıyor veya “şeriatı maslahata uydurma” çabası çelişkiyi de beraberinde getiriyor.
Kuşkusuz Mahkeme üyelerinin çelişkileri bunlardan ibaret değil. Bu iki gerekçeli karar karşılaştırmalı olarak ayrıntılı bir biçimde değerlendirildiğinde çelişkinin büyüklüğü daha iyi anlaşılabilir.
Siyasi Bir Aktör Olarak Mahkeme
Gerekçeli karardan açıkça gözüküyor ki, Mahkeme aynı zamanda kendisini bir siyaset kurumu olarak da görüyor. Gerekçeli karardaki, “...dinselliğin sırf siyasal mücadelede üstünlük sağlaması nedeniyle siyasal alanda gerektiğinden daha fazla yer alması, toplum ile toplumsallık ekseninde yürütülmesi gereken siyaset arasındaki sağlıklı temsil ilişkisini zedeleyebilir...” ifadesi, bırakın bir mahkemenin karar gerekçesini, bir siyasi parti programı için bile fazlasıyla soyut ve sübjektif yargıları ifade ediyor. “Üstünlük sağlamak”, “gereğinden fazla”, “toplumsallık” üzerine hüküm bina etmek! Yeterince “açık”, değil mi?
Bir siyaset bilimci olarak gerekçeli kararlarda beni rahatsız eden bir diğer önemli noktanın daha altını çizmek istiyorum. Hem anayasa değişikliği için iptal davasını hem de kapatma davasını açan başvurularda kullanılan ifadeler, başka bir açıdan da çok dikkat çekici. Kapatma davasını açan Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı’nın iddianamede kullandığı bazı cümleler, Türkiye’de siyaseti demokratik zeminlerde yürütmek isteyen kişi ve kurumlar için ciddi tehdit ve tehlikeler içeriyor. İddianamede Başsavcılık makamının kullandığı, Türkiye’deki laiklik uygulamasının kimi Batı ülkelerindeki laiklik uygulamalarından farklı olması gerektiği, İslam dini ile Hıristiyanlık dini arasında benzerlik olmadığından hareketle Türkiye’de Avrupa’daki gibi muhafazakâr partilerin kurulamayacağı, din ve vicdan özgürlüğünün kullanılmasına ilişkin olarak sınırsız bir din hürriyeti ve bağımsız bir dinî örgütlenme anlayışının ülkemiz için tehlikeli olacağı benzeri yargılar, Türkiye’deki bireylerin Batılı herhangi bir ülkedeki bireylere göre daha düşük standartta bir demokrasiye talim etmesi için gerekçe oluyor.
Bu tür ifadelerin yargı organlarınca sıklıkla kullanılmasının “içtihat” halini aldığını ve daha sonraki davalarda en azından emsal olarak kullanıldığını çok gördük. Ama sorun sadece yanlış bir hukuk ve demokrasi algısı değil. Mahkeme’yi bu şekilde hukuka aykırı karar vermeye iten bürokratik yapının da değişmesi gerek. Mahkeme açıkça, bu bürokratik oligarşinin talepleri doğrultusunda kararlarını veriyor ve bu kararlara hukuki gerekçeler üretmeye çalışıyor. Bu yapı kırılmadığı sürece hiçbir yasal değişiklik çözüm üretmeyecek. Anayasa Mahkemesi’nin görevlerinin referandum ile değiştirilmesi de çözüm olmayacak. Çünkü mevcut Anayasa’da referandum ile değiştirilen anayasa hükümlerinin Anayasa Mahkemesi tarafından denetlenemeyeceğine dair açık bir hüküm yok.
Çözüm, Anayasa Mahkemesi’nin TBMM’ye ait yetkilere el koyduğu bir ortamda, daha köklü bir siyasi dönüşümden geçiyor. Yeni bir anayasa bu konuda tek çıkış yolu olarak görünüyor. Aksi halde hukuka aykırı kararları, çelişkileri ve üzeri kırmızıyla çizilmiş özgürlükleri konuşmaya devam edeceğiz.
Paylaş
Tavsiye Et