ANAYASA Mahkemesi üniversitelerde başörtüsü yasağının devamına ilişkin gerekçeli kararını açıkladı. Bu açıklamada başörtüsünün üniversitelerde siyasal simge olarak görünmesi konusundaki kuşku ve çekinceler ağırlıklı bir yer tutuyor. Aslında gerekçeli karar, bir dengeleme çabasıyla meşrulaştırıyor kendini sanki: AK Parti, Başbakan Erdoğan’ın İspanya’da sarf ettiği, “Başörtüsü pekâlâ siyasal simge de olabilir” mealindeki sözleri nedeniyle kapatılmadı ya, başörtüsü yasağı da bugüne kadar olduğu haliyle sürüp gitsin hiç olmazsa...
Siyasal simge olarak kabulü nedeniyle başörtüsünün kamusal alanda en fazla hizmet verilenlerle sınırlı olabileceği telaffuz ediliyorken, bu gerekçeli kararın vurguladığı mantıkla, başörtülülerin hizmet alan nüfustan da düşürülmesi, bir kez daha “hukuken” onanmış oluyor.
Başörtüsünün bir simge olması konusunda Anayasa Mahkemesi’nin ve toplumun azınlık bir kesiminin gösterdiği hassasiyet, esasında simgelerin doğasıyla uyumsuz olduğu gibi, toplumsal gerçeklerle de bağdaşmıyor. İnsan hayata simgelerle tutunur. Toplumsal-kamusal alan, adım başı siyasal simgelerle donatılmıştır. Bazen bir giysidir simge olarak görünen, bazen bir kolye, bazen bir bıyık biçimi. Kimi simgeler daha yalın, kimileri daha sofistikedir. Kimileri daha arı bir şekilde kutsalken, kimileri bunun aksi bir eğilimi yansıtacak şekilde biçimlenmiştir. Kutsallıkla ilişkilendirilirken aynı zamanda siyasal bir simge sayılarak yasaklanan başörtüsü, “türban” olarak isimlendirildiği halde, şeklen türbanla ilgisi olmayan, başörtülü kızların kendi zevk ve eğilimlerini yansıtan farklı modellerle çıkıyor karşımıza. Şehit cenazelerinde örtülen başörtüsü belki üstünkörü bir genellemeyle, “anaların, bacıların masum beyaz mevlit tülbendi” kategorisine yerleştiriliyor olabilir, ekranlardan yağan matem görüntüleri türlü biçimler sunsa bile... Yine de bu örnek dahi başörtüsünün siyasal simge olarak kamusal alandaki görünürlüğü konusunda kesin bir tanımdan yola çıkmanın mümkün olamayacağı bir ülkede yaşadığımızı gösteriyor.
“Türban” olarak isimlendirilen başörtüsü, dine ve geleneğe de atıfta bulunmakla birlikte, kısmen yeni bir olgu. Yeniliği, seçimle gerçekleşmesinde, bir hayat tarzı ve dünya görüşünü temsil etmesinde. 80’li yıllarda başını örten kızlar, bunu Nur ve Ahzab surelerine dayanarak bir özgürleşme ifadesi olarak benimsemişlerdi. Bu anlamda başörtülü olmak ne erkek egemen kültürün onaylanması ne de ikincil cins sayılmanın kabulü olarak anlaşılabilirdi. Topluma, tarihe, ideolojiye, moda merkezlerine, kadın cinselliğini tüketen bütün sektörlere karşı bir özgürlük alanı açmanın ifadesiydi başörtüsü. Ayrıca bedenini kendi dinî okumaları ve anlamalarına dayanarak tanıma ve tanımlama iradesinin de bir dışavurumuydu.
“Siyasal bir simge” sayılan başörtüsünü örten kızlar, seçimleri modern dünyanın talepleriyle uzlaşmaz sayıldığı için yasaklara maruz kalıyor. Oysa bu suçlamayı başörtülü öğrencileri modern bir bağlamda görmeden gerçekleştirmek mümkün değil. Zira “ezik fakat masum” başörtülü kadındır, geleneğin ya da törenin baskısı altında bulunduğu varsayılan ve fakat yine de, “türbanlı” olana kıyasla, artık övgülere layık bulunan.
Şimdilerde üst düzey makamlarda görünen başörtülü eşler nedeniyle başörtüsü sanki her yerde özgürce var olabiliyormuş gibi algılanıyor. Bu yüzden de başörtülülere yönelik kamusal yasakların önemi neredeyse hafifseniyor. Başörtüsü yasakları konusunda, özgürlükler alanında hassas aydınların da ortak bir tepki gösterdiği söylenemez. Kanlı Danıştay baskını gibi dindar kitleleri töhmet altında bırakmaya dönük provokatif terörist eylemlerin Ergenekon örgütlenmesi ile bağlantısının ortaya çıkması bile, medyanın, siyasetçilerin ve hukuki kurumların başörtüsü yasaklarına yeni bir bakış geliştirmesinde etkili olamıyor. Ne yapmalı başörtülüler, nasıl yaşamalı, neler bekleniyor onlardan; bu da açık değil. Oray Eğin, başörtülülerin sanatsal etkinliklerde görünmeyişini eleştiri konusu yaparken, tiyatro salonlarında gördüğü başörtülüler Esin Afşar’ı rahatsız ediyor.
Başörtüsü başlangıçta belki de sadece masum bir “kapanma”, geleneği yaşatma isteğinin göstergesi olarak örtülüyordu, okul yollarında. Fakat hiç de anlaşılır ve makul olmayan yasaklarla sürüp giden baskılar, başörtülü öğrencilerde siyasal bir bilincin oluşmasını beraberinde getirdi. Bu bilinç kazanımının göstergeleri de toplum sathında başörtülü öğrencilere yönelik özel bir dikkatin gelişmesinde etkili oldu. Başörtüsü resmî söylemde kadının ezikliğinin ve silikliğinin, cehaletinin ve yoksulluğunun/yoksunluğunun göstergesi sayılıyordu; ancak başörtülü öğrenciler ne ezik görünüyorlardı ne de cahil. Ayrıca laik bir müfredatla verilen eğitimin sonuçlarından biriydi, gençlerin dinlerine yönelik merakları.
80’li yılların başörtülü öğrencilerinin giyim ve hayat tarzı, bir “kapanma”nın onayını, kapatılma durumuna rızayı değil, bir dayatmayla üstlerine gelen beden-çağdaş giyim tanımlarından duyulan memnuniyetsizliği, bunlara yönelik bir sorgulamayı ifade ediyordu. Bu öğrenciler başörtüsünü ezilmenin ve ikinci cins olmanın temsili değil, kendi giyimleri ve seçimleri, bütün olarak da kimlikleri ve hayat tarzları konusunda karar verme hakkının bir göstergesi olarak anlıyor ve benimsiyorlardı. Başörtülü kızların yasaklarla sürüp giden ve çözümsüzlüğe itilen taleplerine karşılık görünmez kılınamıyor oluşları, sadece İslam dünyasında değil, bütün dünyada modern kamusal alan gibi modernlik paradigmasının sorunları ve imkanları konusunda yeni soruların sorulmasında etkili oldu.
Anayasa Mahkemesi kararının Türkiye’de “türban” simgesi üzerinden yaşanan gerginliği yatıştıracak bir çözüm sunamadığı çok açık. Başörtüsü bütün dünyada giderek bir inanç olgusu olmanın da ötesinde bir anlam kazanarak, bir kimlik gösterenine dönüşüyor. Göçmenler konusundaki çifte standartları da etkileyen bir işlevi oldu başörtüsü yasaklarının. Fransa bu konuda ilginç bir örnek. Ranciere, Badiou gibi Fransız filozoflar, öznel bir aktör değilken sayıma tabi tutulan göçmenlerin öznel bir aktör haline geldiklerinde nasıl da sayım dışı tutulduklarını dile getirirken, başörtülüleri de dikkate almış olmalılar.
Bir taraftan başörtüsü kamusal alanda yasaklanırken, diğer taraftan başörtülülerin “nasılsa” ortaya çıkarak siyasallaştığından söz etmek, sanki tabu haline gelmiş, üzerinde konuşulamaz olmuş bir çelişki. Makul olmayan yasaklar, son derece insani olan haklara yöneldiğinde, bir siyasal bilincin oluşumu kaçınılmazdır. Kişisel olan niye siyasi olmasın? Bunun cevabı da hiç açıklık kazanabilmiş değil zaten, bu yasaklarla geçen yıllar içinde. Bu nedenle de Anayasa Mahkemesi’nin gerekçeli kararının, dünyadaki özgürlükler bağlamında yaşanmakta olan yeni oluşumları dikkate alan, ülke içinde ise toplumsal uzlaşma ve kardeşliğin tesisine hizmet eden bir açıklama olarak kabul görmesi olanaksız.
Paylaş
Tavsiye Et