I
TARİH boyunca yaşayan kültürlerin büyük çoğunluğunda kadınların başları genellikle örtülüdür; buna karşılık, tarihin hiçbir döneminde kadınlar, günümüzde -ve özellikle Türkiye’de- olduğu gibi başlarındaki örtüleri nedeniyle bu denli baskı altında tutulmamışlardır.
Başörtüsüne getirilen yasak ve sınırlamalar açısından bakıldığında, Türk modernleşmesinin insan hakları, özgürlükler, eleştirel akıl, siyasal katılım, ortak akıl, analitik düşünce gibi başlıkların eğitim-öğretim kanalıyla uygulamaya dökülmesi olarak gerçekleştiği söylenemez. Gerçi bu konudaki tutarsız politikalar Türkiye ile sınırlı değil. İnsan hakları bağlamındaki uluslararası kurumların ve bu kurumlara bağlı STK’ların faaliyetlerinde bile kılık-kıyafet konusundaki kontrole yönelik eleştiri, özellikle başı kapatmaya dönük olarak ortaya çıkıyor; oysa bu alanda devlet müdahaleleri açmaya zorlama şeklinde de gündemde ve bu zorlamanın, geniş kadın kitlelerinin hayatını etkilediği bir gerçek.
Örtünmenin kısıtlanmayla eşitlenmesi ise, ideal ve “özsel” kadın modeliyle ilgili genel bir kabulle mümkün olmakta. Bu ideale göre, bir kadının kılık-kıyafet ve yaşantı tarzı açısından uygunluğu Batılı beyaz kadının görünüş ve yaşantısıyla, zevk ve eğilimleriyle karşılaştırılarak onaylanıyor ya da reddediliyor.
Batıcı aydınların kadının örtünmesine yoğunlaşması Cumhuriyet ile başlamış değil. Osmanlı İmparatorluğu’nun “Hasta Adam” sayıldığı dönemde, özellikle Batıcı aydınlar arasında kadınların örtüsü, İmparatorluğun çöküşünün nedenlerinden biri olarak gösteriliyordu. Paris gibi Batı modasının merkezi sayılan şehirlerden İmparatorluğun başşehrine yansıyan sahneler ise Müslüman ahali ve devlet tarafından Batıcı-modernleşmeci kesimdeki yozlaşmanın göstergelerinden sayılıyordu.
Kadınların kılık-kıyafetleriyle ilgili hükümet kararları ve nizamnamelerin, Osmanlı İmparatorluğu’ndan Türkiye Cumhuriyeti’ne, yukarıdan bir kimlik kurma yöntemi ve ulusal bir kadın modeli gerçekleştirme ideali ilavesiyle intikal ettiği söylenebilir. Modernleşmenin Batılı hayat tarzlarının iktibası şeklinde yansıtılmasını sağlayan araçlar zaman içinde geniş muhafazakâr kitlelerde, sözgelimi Halkevleri temsillerinde ümmetten millete geçişi temsil eden medeniyet meleklerinin uçuşunu ya da kara çarşaftan tayyöre ve şapkaya geçişi yansıtan fotoğraflar, modernleşme politikalarının ciddiyetinin sorgulanmasına yol açtı.
Osmanlı döneminde Abdullah Cevdet tarafından dile getirilen ve Cumhuriyet dönemi meclislerinde de dillendirilen “gülüyle dikeniyle Batılılaşma” gibi bir hedefe sahip olan modernistler, Batı’yı görünüşte bile aktaramamış olmanın sorumluluğunu yıllarca “gericiler”e yüklediler. Bu okuma biçimine göre başörtülü kadınların etkin olarak göründükleri bir Türkiye fotoğrafı, gerek zamansal gerekse mekansal anlamda bir geriye dönüşün göstergesi. Şu var ki bu yorumu benimseyenlerin meşruiyetine kaynak olarak gösterdiği Kılık-Kıyafet Kanunu olarak bilinen Şapka Giyilmesi Hakkındaki 671 no’lu 25.11.1925 tarihli kanunda, kadın giyimine herhangi bir atıfta bulunulmuyor.
II
Cumhuriyet döneminde dinselliğe ilişkin simgeler ve hayat tarzları bir taraftan köylülükle ilişkilendirilirken, diğer taraftan dönemin başat söylemi olan halkçılığın da etkisiyle, emekçi ve köylü kadınlara yönelik bir yüceltme de söz konusuydu. Mustafa Kemal, köylünün milletin efendisi olduğunu söylemişti. Cumhuriyet’in en az ilk elli yılında eli nasırlı köylü kadın; emekçi, zihin işçisi kadınlarla birlikte yüceltildi. Ancak Meclis’te yer alma da dâhil birçok alanda sembolik olarak tezahür eden bu yüceltmeye karşılık, köylülük sembolleriyle mücadele çağdaş uygarlık hedefi için bir zorunluluk sayıldı. 60’lı ve 70’li yılların Türk filmleri, Güllüler, Ayşecik serüvenleri bu alandaki çatışmayı dolaylı da olsa sergiler.
50’li yıllarda faaliyet gösteren kadın dernekleri için “Türk kadınlarını kurtarma” ideali, onların görünüşünü kurtarmakla aynı şeydi. Buna bağlı olarak kadın dernekleri toplumsal fotoğrafın “çağdaşlaşması” adına, mesela “çarşaf giyen kadınlara manto bağışı” gibi kampanyalar düzenliyorlardı. Bu kampanyalarda kullanılan dil hemen her zaman üstenci, sınıfsal bir ayrıma vurguda bulunan ve buyurgan bir tona sahipti. Böyle bir yaklaşım, “alt sınıf” diye isimlendirilen kesimleri, modernleşme politikalarına ve araçlarına temkinli yaklaşmaya sevk etti.
Bu dönemde özellikle Köy Enstitüleri’nde püriten bir eğitimle yetişen, topluma, halka veya millete kendini adamak üzere kamusal alanda kadınsı özelliklerini bastıran ya da örtbas eden bir öğretmen kuşağının bütün ülke sathında yaygınlaşan etkisinden söz edilebilir. Devlet’le ilişkilerinde bir baba-kız tavrı içinde görünen, dolayısıyla eril devletin ataerkil kültüre dayanan kodlarıyla özel bir tür feminizmi temsil eden bu kadın öğretmenlerin oluşturduğu kamusal alan ilişkilerinde cinselliğin kaybedilmesi veya göz ardı edilmesine bağlı bir tür sosyal aktörel karakter özelliğinin, bir yerde 60’lı yıllarda ortaya çıkan İslamcı kadınlarla benzeşmeler gösterdiği söylenebilir. Mükemmel kadınlar olmayı hedefleyen, ama bunu bir tür bedensizleşmeyle, ideolojik bir arınma ve adanmayla gerçekleştirebilecek bir misyonla sağlamayı amaçlayan kadınlar, bir ölçüde Kemalizm’in kadın idealini yansıtırlar. Bu açıdan bakılacak olursa, başörtülü öğrenci olgusunda modern eğitim-öğretimin ve Kemalizm’in ne ölçüde etkili olduğu yeterince tartışılmamış bir konu.
60’lı yıllara doğru şehirleşmenin sürmesi ve eğitimin yaygınlaştırılması çabalarına karşılık tayyörlü giyimiyle tebarüz eden “ulusal kadın modeli”, kadınlar arasında umulduğu ölçüde yaygınlık kazanamadı. 1960 darbesinden sonra “sıkmabaş” (ya da şimdilerde Şule Yüksel Şenler’e atfen “Şulebaş”) olarak adlandırılan baş örtme tarzlarının üniversitelerde ve medyada nadiren de olsa görünmesi üzerine şapka giyimini düzene sokan kanunu, kadınlara da yönelik genel bir kıyafet kanunuymuş gibi görme ve gösterme eğiliminin olağanlaştığı söylenilebilir.
“Türban” ise 12 Eylül darbesini izleyen dönemde başörtüsü yasaklarının bir estetize etme tavrıyla meşrulaştırılmaya çalışıldığı geniş ve fakat içi doldurulmamış bir form olarak ileri sürüldü. Evet, üniversiteli kızların başörtüsü “farklı” idi; ama bu konudaki “masum olan ve masum olmayan başörtüsü” şeklindeki ayrımcı tutum, “türban”la birlikte medyanın diline yerleşti.
Eksik tanımlanmış olan “türban” farklı baş örtme tarzlarıyla tezahür edince de, başlarını nineleri gibi örtmeyen kızlar kimi siyasilerce, toplumsal gelenekten sapmakla suçlanır oldular. Üniversite kapılarındaki görevliler bazen, “Başını tavşankulağı şeklinde bağlarsan içeri girebilirsin bacım” diyerek, önlerini aldılar öğrencilerin. Yasakların geçen yıllar içinde başörtülülerin kişisel zevk ve beğenilerini derinleştirmelerinin önündeki önemli bir engele dönüştüğü söylenebilir pekâlâ. “Siyasal olmasın da lümpen olsun! Türban olmasın da yemeni olsun, yemeni olmasın da tavşankulağı tarzı uygulansın. Toplu iğne, çengelli iğne, bone, bandana olsun; yok, olmasın!” Bütün gaye adeta başörtüsü tarzlarının siyasal bir simge olarak anlaşılmasının önünü alırken, başörtülüleri sürüleştiren, yeniden “karakalabalık”lara katan bir söylemi yaygınlaştırmak.
Köylü kadınların fıtoslu yemenileri, tülbentleri inançla, oyalı yazmalı Nuri İyem kadın portreleri sanatla ve folklorle ilgili bulunurken; üniversiteli kızların “türban”larının siyasal simge oldukları gerekçesiyle inanç-dışı olarak tasnif edilmesi, ancak kamusal alanda simgelerin dolaşımı -ve esasında simgelerin doğası- üzerine kasıtlı ihmallere dayalı bir tanımlamayla mümkün olabilir.
Nihai çözüm olarak öne sürülen çene altı bağlama tarzı, başörtüsünü kolaylıkla açmayı mümkün kılabilecek bir tarzdır; arada bir toplu iğne, çengelli iğne engeli olmadığı için. Örfi başörtüsü kullanımında yaygın olarak görülen bir özverisidir bu kadınların; kocalarının hatırına bazen bir fotoğraf vermek için çene altından bağladıkları başörtülerini zaman zaman -ister istemez- açıverirler.
Çene altından bağlama, politikacıların sıklıkla hatırladığı bir baş örtme tarzı. Merve Kavakçı, milletvekili olarak Meclis’e gireceği dönemde Abdullah Gül’ün kendisine başörtüsünü çene altından bağlamayı önerdiğini dile getiriyor bir röportajında. Forma tarzı bir başörtüsü önerisi, bütün başörtülü kadınları aynı kişi gibi görme kolaylığını yeğleyen ya da aynı potada eritmeye çalışan toptancı bir anlayışla mümkün. Bu tarzı öteki baş örtme şekillerinden daha otantik ya da masum kılan özellikler konusunda ise ikna olabilmiş değil, “türbanlı” kadınlar.
III
Bazen oturmuş tanımlarla, bazen de bilinçaltından kaynaklanan nedenlerle başörtüsüne büyük anlamlar atfeden toplumumuz, olgu ve model, hatta kimlik ve medeniyet sorunlarını başörtülüler üzerinden konuşmaya devam ediyor. 90’lı yıllardan itibaren örtülü kadınların sayısal artışı oranında, örtünme tarzlarında olduğu gibi örtünmeye bakış açılarında da bir çeşitlenme oluştu. Kendi giyim kuşamımız ve tüketimimizle ilgili gelişmeler tabii seyrini sürdüremediği için bu alanda abartılar ve savrulmalar da yaşandı.
80’li yılların başörtülü öğrencileri, toplumumuzun başörtülü kadınlarını başı önde ve ezik bir kategori olarak biçimlendiren kimlik kurma politikalarına karşı bir tepkiyi de ifade ediyorlardı. Başörtüsünü ezilmenin ve ikinci cins olmanın onayı değil, kendi giyimleri ve seçimleri, bütün olarak da kimlikleri konusunda karar vermenin bir göstergesi olarak, başlarını dik tutarak taşıyorlardı.
Açık ki İlhan Selçuk’a ait bir tanım olan Gardırop Atatürkçülüğü’nün uygulamada kazandığı içerikler, İslamcıların gündemlerinin de geçen zaman içinde daha ziyade görünüşle ilgili başlıklarla kaplanmasına neden oldu. Tesettürü biçimler seviyesinde algılıyoruz; çünkü Müslümanlar olarak neredeyse iki yüzyıldır modernizme karşı savunumuzu veya karşıtlık ve kabullerimizi şekiller üzerinde yoğunlaştırdık. Toplum olarak da zaten modernleşme alanında çoğu kez teorilerin ve modaların tüketicisi olmakla yetindik. Şimdilerde bir geçiş dönemindeyiz. Bu geçiş resmî kamusal alanın başörtüsü yasaklarını dikkate alan, alternatif kamulara açılan, dolayısıyla kişisel zevklerdeki yeni açılımları da mümkün kılan bir aşamaya da işaret ediyor.
Paylaş
Tavsiye Et