İKTİDARDA olan ve Kürt sorununu çözmesi gereken o. İktidara geldikten sonra çözüm yönünde istekli olduğunu belli eden ve bu yolda önemli bazı adımlar atan da. Ama bize bu konuda çok da iyimser olmamamızı öğütleyen faktörler ve dinamikler de var. Zira çözümün önündeki engellerin tümü “hükümet dışı” değil. Üstelik hükümetin bu meselede kararlılık gösterebileceğinden kuşku duymamızı gerektiren sebeplerden biri de yine onun iktidar pratiği.
AK Parti hükümeti bugüne kadar ister AB sürecinin ya da aşağıdan gelen baskının etkisiyle, ister siyasi hesapla, isterse de adalet ve din duygularıyla olsun, bugüne kadar çözümü kolaylaştıran bazı önemli açılımlara imza attı. Örneğin Kürtçe yayının önündeki ahlaka ve hukuka aykırı bazı engellerin kaldırılması yönünde düzenlemeler yaptı. Ama malum, 2005’ten sonra yoruldu ve AB rüzgarının sona ermesiyle birlikte, bu konudaki açılım çabalarını meşrulaştıran önemli bir dinamikten de mahrum kaldı.
Cumhuriyet’le yaşıt olan bir sorunun kolay çözülebileceğini söyleyen yok. Ama inkar, tedip, tenkil, tehcirlerle, on binlerce canın yitirilmesiyle, kaybolan barış ve yükselen etnik nefretle varlığını her an hissettiren bu sorunun şiddet yoluyla çözülemeyeceğinin artık anlaşıldığı; onyıllardır “Teröre ağır bir darbe indirdik” veya “Terör örgütü can çekişiyor” gibi açıklamalar yapan askerî bürokratların bile farklı bir noktaya vardıkları bir dönemde, çözüm için kararlı bir siyasi iradenin önünde ciddi bir fırsat var demektir. Bir zamanlar Turgut Özal’ın elinde olsaydı belki bugün bütün bunları konuşmak zorunda olmayacağımız bir psikolojik avantajdan söz ediyorum.
Kuşkusuz bu psikolojik avantaja, çözüm için toplumun her kesiminde mevcut olan beklentiye ve dış dinamiklerin elverişli olmasına rağmen, çözümü güçleştiren faktörler de yok değil. Zira AK Parti hükümeti, kapsamlı bir çözüm programı çerçevesinde harekete geçmek istediğinde, sadece bazı siyasi aktörler ve bürokratik güçler, derin odaklar, şiddet ortamının devamından çıkarı olanlar, başkasının çocuklarının hayatı üzerinden kahramanlık yapan siyasi nekrofil (ölüsevici) Türk ve Kürt ittihatçılarıyla mücadele etmeyecektir. Aynı zamanda kendi içindeki bürokrat zihniyetli, dar kafalı, devletperest ve milliyetçi unsurlarla; din, millet, demokrasi gibi meselelerle değil, “kalkınma”yla (kendisini kalkındırma) ilgilenen; hükümetin din veya Kürt sorunu gibi mayınlı arazilere girerek müesses nizamın zinde güçleriyle çatışmasını, böylece halihazırda kendileri lehine akan suyun da “bu tür kaygılar” yüzünden riske girmesini istemeyen; -ama elbette bu kaygısını böyle ifade etmek yerine “bölücülüğe taviz vermemek gerek” türünden bir milliyetçilikle örten- “girişimciler”le de mücadele etmek durumunda kalacaktır.
Bugün, özellikle de toplumun Dağlıca ve Aktütün saldırıları sonrası “Çocuklarımız nasıl bu kadar kolay ölüyor?” sorusunu yüksek sesle sormaya başladığı, bir asker babasının “Hep garibanların çocukları ölüyor” dediği bir aşamada, çözümün moral zemini her zamankinden daha sağlam hale gelmiştir.
Bu çerçevede hükümetin, karşı karşıya olduğu bütün güçlüklere rağmen bu sorunu çözmesi mümkündür. Dahası bu sorunun çözümü demek, aslında Türkiye’de oligarşinin tasfiyesinden sivilleşmeye, ekonomiden din ve vicdan özgürlüğüne kadar pek çok sorunun da kesin bir biçimde çözümü anlamına gelecektir. Kürt sorununu üreten milliyetçilikle, din sorununu üreten despotik, hatta faşizan laiklik aynı kaynaktan gelmekte; her ikisi de aynı sosyo-ekonomik yapı ve egemenlik ilişkisinin devamına hizmet etmektedir.
Kürt sorununun çözümü, elbette uzun vadeli kapsamlı bir çözüm programının hazırlanmasından (tabii deklare edilmemiş böyle bir plan olabilir), bu programın çözüm olacağına hükümetin önce kendisinin inanmasından ve sonra dirayetli bir biçimde, inatla ve cesaretle uygulamasından geçiyor. Bu çerçevede İspanya örneğinin incelendiğine ilişkin haberler (incelemenin Cemil Çiçek gibi otoriter/devletçi bir hükümet üyesi tarafından yapılıyor olmasına rağmen) ümit verici.
İspanya’nın Tecrübesi Neden Önemli?
İspanya örneği, gerçekten de çözümü getirecek kapsamlı bir programın hazırlanmasında son derece ufuk açıcı, yol gösterici ve başarılı bir modeli ifade ediyor. İspanya’da demokrasiye geçiş süreci diktatör General Franco’nun 1975’te ölümüyle başladı ve yeni demokratik anayasanın (mutabakat anayasası) kabul edildiği 1978’de başarıyla tamamlandı. Başta Bask sorunu olmak üzere, “milliyetler sorunu” da bu dönemden sonra hal yoluna girdi. Çözüm kolay değildi; çünkü orada da şiddet vardı. ETA’yı ortaya çıkaran, İspanya’yı kırk yıl boyunca dikta rejimi altında yöneten Franco’nun devlet terörüydü; Franco ölmüştü ama ciddi bir şiddet ve nefret mirası bırakmıştı. Buna rağmen İspanya, dirayetli Kral Juan Carlos’un kanatları altında Frankist rejimi aşmayı, demokrasiye geçmeyi ve Katalonya ve Bask sorununu şiddetin nerdeyse tamamen ortadan kalktığı katlanılabilir bir düzeye çekmeyi başardı.
Bu çerçevede AK Parti hükümeti İspanya tecrübesini izlerken şu hususları mutlaka göz önüne almalı:
İspanya’da çözüm genel bir demokratikleşme programı dâhilinde sağlandı. Ana amaç Bask sorununa çözüm değil, onu da içerecek biçimde bütüncül bir demokratik dönüşüm olarak belirlendi. Bu programda sivil bir anayasanın hazırlanması, din sorununun çözümü ve -1977 tarihli Siyasi Reform Kanunu’nda somutlaşan- özgürlükçü bir sosyo-politik düzenin tesisi ile birlikte etnik sorunun da çözümü amaçlandı.
Bask sorununun çözümü hiçbir biçimde “ETA’yla mücadele”ye indirgenmedi, bu hiçbir zaman asıl amaç veya çözüm yöntemi olarak görülmedi. Bu çerçevede kapsamlı bir af kanunuyla birlikte, Franco döneminde inkar edilen bütün kültürel ve siyasi haklar iade edildi.
Çözüm için ciddi bir ümit belirginleştiği andan itibaren ETA’nın eylemleri astronomik bir tırmanış gösterdi, örgüt tarafından öldürülen güvenlik kuvvetlerinin sayısı aniden yükseldi, Frankist generaller bu ortamı darbe yapmak için fırsat olarak kullanmaya çalıştı, 1981’de Cortes’i (İspanya Parlamentosu’nu) basan Tejero örneğinde darbe girişimleri yaşandı, muhalefetteki sağcı Halk Birliği süreci baltalamaya çalıştı; ama gerek Kral Juan Carlos, gerekse de onun başbakanı Suarez, kötülüğe teslim olmayarak, sebat etti ve programı sonuna kadar izlemeyi başardı.
Bu anlamda İspanya tecrübesi, etnik bir sorunun nasıl çözülebileceğini veya minimize edilebileceğini gösteren başarılı bir örnek olarak önümüzde duruyor. Belki ulus-devlet söz konusu oldukça etnik sorunların sıfırlanması mümkün olmayabilir; ama etnik sorunlar o form içinde dahi tolere edilebilir hale indirgenebilir.
Acaba AK Parti bunu yapabilir mi? Ondan da önce, acaba Başbakan Erdoğan başta olmak üzere, AK Parti bu sorunu İspanyalıların kendi sorunlarını gördükleri netlikte görüyor mu? Acaba Erdoğan çözüm yönünde bazı adımlar atmak gerektiğinde, örneğin Kürtçe yer isimlerinin iadesi söz konusu olduğunda Özal gibi cesur davranabilir, Kasımpaşalı olduğunu gösterebilir mi?
Açıkçası emin değilim. Hatta bazen Erdoğan başta olmak üzere bazı AK Partililerin, DTP’nin barışa hiçbir biçimde katkısı olmayan ajitatif girişimlerine duydukları kızgınlıkla çözüm perspektifinden uzaklaşacaklarından kaygı duyuyorum. Üstelik burada onları reform için yüreklendirecek bir Kral Juan Carlos da yok. Açıkçası Cumhurbaşkanı Gül de iyi niyetine rağmen, gerek Kürt meselesi gerekse sivilleşme konusunda elini ateşe sokacak kadar cesur görünmüyor.
Her Zaman Bir Yol Vardır
Kapsamlı bir çözüm programını bütün unsurlarıyla birlikte uygulayabilecek bir siyasi irade henüz görünmüyor. Oysa bu ortamda bile atılabilecek adımlar var. Atana maliyeti büyük olmayacak, ama atıldığında ciddi bir rahatlama sağlayacak, güven arttırıcı ve uzlaşmadan yana olanların elini güçlendirici adımlar. Örneğin TRT’nin Kürtçe yayın yapmasının önündeki engelin kaldırılması olumlu bir adımdı. Bu gerçekten önemliydi; çünkü TRT’nin Kürtçe yayın yapmasının önündeki engellerin kalktığı bir ortamda özel TV kanallarının bunu yapmasına kimse bir söz söyleyemezdi. Sırada daha tali bazı düzenlemeler vardı, ama arkası gelmedi. TRT’nin yayına başlaması gecikti/gecikiyor; özel kanalların da öyle. Oysa resmî ve özel TV kanallarının bir an önce Kürtçe yayına geçmesinin sağlanması, Kürtçe yayın yapan özel kanalların da diğerleriyle aynı statüde serbestçe faaliyet göstermesi hiç de zor değil. Özel TV kanallarının bu konuda adım atma noktasında cesaretlendirilmeleri, örneğin Kürtçe türkülere yer verebilmeleri, normalleşme sürecine katkı sağlayabilirdi; hâlâ da sağlayabilir.
Ama burada bile aksama var. Örneğin RTÜK üstüne düşeni yapıyor mu? Bu kurum ataleti üstünden atıp, yerel dil ve lehçelerde yayını güçleştiren ve TRT’nin Kürtçe yayın yapacağı bir ortamda artık çok daha anlamsız hale gelen yönetmeliği kaldırmakta gecikmeyerek normalleşmeye katkıda bulunabilir. Ama maalesef bu kurum, özgürlük söz konusu olunca gösterdiği ataleti, resmî tribünlere oynama konusunda göstermiyor; örneğin “Çocuğum olsaydı askere göndermezdim” diyen Bülent Ersoy’un sözleri açıkça ifade hürriyeti kapsamında olduğu halde, bu sözlerin söylendiği TV kanalına uyarı cezası vermeyi tercih edebiliyor.
Yine çözüm için kapsamlı programı beklerken (veya bu program kapsamında) kolaylıkla yapılabilecek işler, atılabilecek adımlar var. Örneğin hükümet, son dönemde güvenlik güçlerinin DTP’li göstericilere karşı şiddet kullanmalarını engelleyebilir. Veya örneğin Adana Valiliği’nin gösteriye katılan çocukların ailelerinin yeşil kartlarını iptal etme gibi akıl ve vicdan dışı bir karar almasını engelleyebilir. Kendisi gibi meşru bir siyasi parti olan DTP ile iletişimden kaçınma hatasına son verebilir.
Baştaki sorumuza dönelim: Acaba Kürt sorununun çözümü mümkün mü ve AK Parti hükümeti bunu başarabilir mi? Hükümet çözümün gerektirdiği basireti ve cesareti gösterebilecek mi? Keşke şarkıdaki gibi “Benim hâlâ umudum var” diyebilsem. Ama ne yazık ki bu pek mümkün görünmüyor.
Paylaş
Tavsiye Et