CUMHURİYET dönemi ekonomi politiği içinde siyasi karar alıcıların kritik zamanlarda kalkınma ve makroekonomi alanlarında stratejik değişimleri hayata geçirme kararlılığını sergileyememeleri pek çok siyasi krizin sosyal ve ekonomik krizle eklemlenerek sistemik krizlere dönüşmesine zemin hazırlamıştır. Çok partili hayata geçişten itibaren mütemadiyen yaşanan ödemeler dengesi krizlerinin makroekonomik krizlere, makroekonomik krizlerin geniş çaplı sosyo-ekonomik krizlere, bu krizlerin de siyasi kutuplaşma ve uluslararası baskılar ile birleşerek askerî darbelere davetiye çıkaran sistemik sarsıntılara dönüşmesi, kısır bir döngü halinde bu memleketin geçen yarım asırdaki makus kaderi olagelmiştir.
Tarihsel olarak, çok partili hayata ve serbest piyasa ekonomisini hedef alan görece liberal bir ekonomik rejime geçişin başladığı 1950’den itibaren Türk siyasi elitlerinin ‘sorumlu’ bir ekonomi yönetimi ile şeffaf ve katılımcı bir tarz-ı siyaseti aynı potada eritme noktasında başarısız olduklarını biliyoruz. Buna karşın Metin Heper ve Fuat Keyman’ın “iki yüzlü” diye tanımladıkları devlet aygıtının ulusal sermaye grupları ile uluslararası güçlere karşı zayıf, fakat kendi toplumsal dinamiklerine karşı sert ve güçlü görünen savunma mekanizmaları da sistemin tehlikede olduğu hissedilen her anda devreye girme refleksini küresel değişimlere karşın korumuştur. Hatırlatmak gerekirse, Ziya Öniş’in “Ortodoks olmayan liberalizm” diye tanımladığı ve tarıma dayalı ekonomik büyüme politikalarını disiplinsiz bir kamu maliyesi ile birleştiren Adnan Menderes döneminin enflasyonist ekonomi politiği, Kore Savaşı hatırına sağlanan cömert Amerikan yardımlarının kesilmesi ve dünya çapında tarım ürünlerinin ticaret hadlerinin düşmesi ile çıkmaza girmişti. Bütçe açıkları ve döviz sıkıntısının eşlik ettiği ekonomik daralmanın DP ve CHP arasındaki siyasi kutuplaşma ile beslendiği ve uluslararası kreditörlerin baskısının arttığı ortamda çok partili demokrasinin ilk kez kesintiye uğradığı 27 Mayıs 1960 darbesine giden yol da açılıverdi. Gelişmekte olan ülkelerde kalkınma paradigmasının tarımsal büyümeden ithal ikamesi ve sınai büyümeye doğru kaydığı bir dönemde İMF ile tanışan ve ilk devalüasyonunu (1958) yapan Türkiye de bu yönde bir strateji değişikliğine zorlandı.
Gerek seçmen tabanının kırsal ağırlıklı kompozisyonu, gerekse liberal siyasi söylemi dolayısıyla ithal ikamesi, korumacı sanayileşme ve ekonomik planlama gibi kavramlara karşı olan Menderes iktidarının direnişi, siyasi gerginlikler ve uluslararası baskılarla reaksiyona girince sonuç olarak 27 Mayıs darbesi gerçekleşti. Uluslararası konsorsiyum ve Milli Birlik Komitesi’nin gözetiminde 1960 sonrası izlenecek ekonomik planlama ve ithal ikamesine dayalı kalkınma stratejisinin temelleri ara dönemde atıldı. Demokratik şartlarda yapılamayan stratejik bir geçiş, askerî darbe sonrasının ‘olağanüstü’ şartlarında kotarılmıştı. İthal ikamesinin görece başarılı olduğu ve Süleyman Demirel’in siyasi kredisinin zirve yaptığı 1960’lı yılların ikinci yarısı biterken 12 Mart Muhtırası ile yapılan “yarı darbe”, özünde böyle bir stratejik değişimi hedeflemediği ve buna karşılık gelen sosyo-ekonomik koalisyonların desteğine dayanmadığı için izole bir elit çıkışından ibaret kalmaya mahkumdu. Nitekim hem siyasi alanı yeniden şekillendirme, hem de sosyo-ekonomik alanda yeni koalisyonlara önayak olma noktasında kadük kaldı.
Ardından, 1970’lerin sonlarında, ithal ikamesine dayalı olarak ulusal sanayi burjuvazisini güçlendirmeye odaklanan sanayileşme stratejisi, döviz darboğazlarının zirveye ulaştığı ve sosyal-siyasi yapının parçalanmış olduğu bir ortamda doğal sınırlarına ulaştı. Birbirini izleyen istikrarsız koalisyon hükümetlerinin son yirmi yılın kalkınma ve makroekonomik yönetim paradigmasını temelden değiştirip ihracata dayalı ekonomik liberalizasyon stratejisini tedricen devreye sokmaları mümkün değildi. Liberalizasyon stratejisi ile yeni rant alanlarının açılacağı ve yeni sosyal/siyasal koalisyonların oluşacağı düşüncesi idari direnç mekanizmalarını devreye soktu ve siyasi elitlerin zamanında karar alma acziyeti Turgut Özal mimarlığında radikal bir liberalizasyonu öngören 24 Ocak Kararları’nı doğurdu. İMF-Dünya Bankası ortaklığında dayatılan yapısal uyum politikalarının fakirleştirici sosyal etkileri ve dönemin ideolojik teröre varan şiddet olayları bu değişimin rahatça hayata geçirilebileceği bir ortama elvermeyince 12 Eylül 1980 askerî darbesinin sosyo-ekonomik zemini hazırlanmıştı. Sonuçta, Türkiye’nin 1960’larda ithal ikamesine dayalı sanayileşme stratejisine geçmesi de, 1980’lerde bu rejimi terk edip küresel sermaye ile entegre olma çabasına girişmesi de ağır uluslararası baskılar eşliğinde askerî darbelerin sağladığı olağanüstü şartlarda gerçekleşti.
Askerî darbeler ile ulusal ekonomi politikteki stratejik değişimler arasındaki ilişkilere dair son örnek de “post-modern darbe” olarak dünya siyaset bilimi literatürüne hediye ettiğimiz 28 Şubat vakıası ile ilgilidir. Özal’ın başlattığı neoliberal değişim projesinin hız kaybedip rölantiye alındığı 1990’lı yıllar boyunca uluslararası kuruluşlar, tıpkı 1970’lerde olduğu gibi birbirini takip eden koalisyon hükümetlerini yapısal reformlar konusunda ikna etmekte başarısız olmuşlardır. Bunda görece yüksek enflasyona rağmen kalkınma hızının artan iç borçlanmayla belli bir düzeyde tutulması da etkili olmuştur. Ancak, laik/anti-laik çatışmasını körükleyen bir ideolojik platformda başlayan 28 Şubat süreci, demokratik rejimin denetim reflekslerini iyice körelterek finansal rant paylaşımını kolaylaştırmış, özellikle de bankacılık sektöründe görülen meşhur ‘hortumlama’ olayları 2000-2001 ekonomik krizlerini tetikleyerek yeni bir sistemik “dibe vuruşa” yol açmıştır. Siyasi meşruiyet ve direncin sıfırlandığı bir ortamda “Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı” ile birlikte Özal sonrası dönemde tavsayan neoliberal değişim projesi tekrar ivme kazanmış ve Kemal Derviş ile başlayıp AKP hükümeti ile devam eden dönemde yapısal reformların hayata geçirilmesi noktasında ciddi mesafe alınmıştır. Bu açıdan bakıldığında 28 Şubat dönemi, demokratik mekanizmayı zaafa uğratmak gibi olumsuzluklarına rağmen ‘yürüyen’ bir sosyo-ekonomik modelin duvara çarpmasına sebep olmuş ve gayri ihtiyari olarak kurumsal açıdan daha şeffaf ve sağlıklı bir piyasa ekonomisinin kuruluşuna giden yolu açmıştır.
Önümüzdeki dönemde siyasi çekişmelerin sosyo-ekonomik kutuplaşmalara yol açmaması, rant kavgalarının ulusal ve uluslararası ideolojik söylemlerle kamufle edilip gündemi esir almaması, siyasilerin stratejik değişim ihtiyaçlarını zamanında fark edecek basirete sahip olması ve demokratik yönetimin kesintiye uğradığı dönemlerin tekrarlanmaması Türkiye’nin küresel sistemde hak ettiği yeri alabilmesi için elzemdir.
Paylaş
Tavsiye Et