YÜZYILLARCA aynı coğrafyayı paylaştığımız Ermenileri tümüyle homojen algılarız; Ermeni denince ilk aklımıza gelen kelime “diaspora” olur. “Ermeniler” ve “diaspora” milliyetçilik, fanatizm, Türk düşmanlığı, kin ve ASALA ile özdeş tutulur. Ermenistan’ı sürekli Türkiye’den toprak talep eden, Azeri topraklarını işgal ederken sırtını diasporaya dayayan “düşman” bir ülke olarak düşünürüz. Aslında bugünün Ermenistan’ı yanı başımızda kapalı bir kutu. Bu durum açıkça bir “anomali” hali. İşte Türkiye ile Ermenistan hükümetlerinin 10 Ekim’de altına imza attıkları iki protokol, Türk ve Ermeni halkları arasındaki yüzyıllık husumet halini aşma yolunda bir ilk adımı oluşturuyor. Protokoller, bütün zorluklara karşın uygulanabilirse, sadece iki ülke ilişkileri değil, halkları da “normalleşecek”.
Bugün dünya çapında 11 milyon civarında Ermeni yaşıyor. Bunların sadece 3 milyonu Ermenistan’da, 140 bini ise Dağlık Karabağ’da. 19. yüzyılın sonlarından itibaren göç ve tehcirle önce Ortadoğu’ya, oradan da dünyaya yayılan Ermeni halkının yoğunlaştığı yerler Rusya, ABD, Fransa, Lübnan ve Suriye. Türkiye’de ise topu topu 70 bin Ermeni kaldı. Milliyetçi Ermeni Devrimci Federasyonu (Taşnaksutyun), Sosyal Demokrat Hınçak Partisi, Liberal Demokat Ramgavar, Ermenilerin dünyada öne çıkan siyasi örgütlenmeleri.
Ermenistan Ermenileri 70 yıl boyunca Sovyet dünya görüşünün hâkim olduğu bir coğrafyada yaşadı. Kendilerini Spyurk diye adlandırılan diaspora ise başlangıçta Ortadoğu’da yoğunlaşmıştı. 1940-1950’lerde Sovyetler Ortadoğu’daki etkinliğini artırırken, Hınçak Partisi’nin desteğini aldı. Taşnaksutyun ise sosyalist arka planına rağmen milliyetçi ve bağımsızlık yanlısıydı. Bu yıllarda Ermeni partileri arasında çatışmalar dahi yaşandı. Ermeni siyasi örgütleri arasındaki tansiyonu düşürense, 1965’lerde 1915 olaylarının 50. yıldönümünü “soykırım” olarak anma yönündeki uzlaşma oldu. 1975’te başlayan Lübnan İç Savaşı esnasında kendi toplumlarını çatışmalarda tarafsız tutma çabaları, diasporayı birleştirici bir diğer faktör oldu. Arap coğrafyasındaki Baas Hareketi ve İran İslam Devrimi, Ortadoğu’daki Ermeniler için 1920’lerden bu yana devam eden Batı’ya göçü körüklerken, Amerika’da özellikle Kaliforniya’da ve Avrupa’da Fransa başta olmak üzere pek çok ülkede kültürel açıdan daha muhafazakâr ve milliyetçi bir Ermeni diasporası ortaya çıkardı. Dünya gündeminde Ermenilerin öne çıkması ise ASALA’nın Türkiye’yi hedef alan eylemleriyle gerçekleşti.
Sovyetlerin çökmesiyle Ermenistan 1991’de bağımsızlığını ilan ettiğinde, kıt kaynaklar ve ekonomik sıkıntılar yeni göç hareketlerini getirirken, koşullar Rusya’ya bağımlılıktan kurtulmaya el vermedi. İlk Cumhurbaşkanı Levon Ter-Petrosyan Türkiye üzerinden dünyaya açılma yolları ararken Azerbaycan’la Dağlık Karabağ’daki savaş buna geçit vermedi. Türkiye, 1993’te Ermenistan’la sınırını kapatarak ambargo uyguladı. Petrosyan’ın Azeriler ve Türkiye ile uzlaşma çabalarına taş koyan ise Taşnaklar oldu. Bu aynı zamanda Batı’daki diasporanın büyük finans gücüne sahip kesiminin Erivan politikalarını belirleme çabasını yoğunlaştırdığı bir dönemdi. Bu dönemi en iyi kullanan ise Dağlık Karabağ’ın 1994’ten 1998’e kadar “başkanı” olan ve diasporanın baskılarıyla 1996’da istifa etmek zorunda kalan Petrosyan’ın yerine geçen Robert Koçaryan’dı. Taşnak Partisi’ne yakınlığıyla tanınan Koçaryan bir yandan konjonktür icabı Batı’ya karşı gardını almak durumunda kalan Rusya’nın askerî-siyasi desteğini görürken, diğer yandan diasporayla ilişkileri pekiştirerek, “soykırım” tezini dünya çapında tanıtma çabasına girişti. Lakin bu çabaların Ermenistan’daki Ermenilere bir faydası olmadı. Diasporanın desteğine rağmen ekonomik sıkıntılar, siyasi istikrarsızlık, yolsuzluklar, demokrasi algısındaki zayıflık ve özellikle de Azerilerle Dağlık Karabağ çözümsüzlüğü Erivan’ı Rusya’ya bağımlılıktan kurtaramadı.
2008’de seçilen Serj Sarkisyan ise selefine uzak biri değil. Yine bir Karabağ kökenli olan Sarkisyan, Koçaryan’ın başbakanlığını yapmıştı. Lakin cumhurbaşkanı seçilmesiyle birlikte Erivan’ın Türkiye’ye yönelik politikaları esnemeye başladı. Özellikle de Sarkisyan’ın “soykırım”ı da bir kenara koyacak şekilde önkoşulsuz diyalog talebi dikkat çekiciydi. Rusya’nın girişimleriyle Azerbaycan’la Dağlık Karabağ konusunda uzlaşma yönünde diplomatik çabalar yoğunlaştırılırken, iki yıldır yürütülen gizli diplomasi de protokolleri ortaya çıkardı.
Bugün Sarkisyan, kimliklerinin yapı taşı Anadolu’dan sürülmüşlük ve “soykırım” tezi olan Ermenistan halkı için Türkiye ile ilişkileri normalleştirmeye soyunarak büyük bir kumar oynuyor. Temel güdüsü elbette reelpolitik. Zira Ermenistan’ın Türkiye ile husumetten elde ettiği bir fayda yok. ABD, AB ve Rusya gibi güçler de enerji hatlarının geçtiği coğrafyadaki ticari çıkarları gereği husumet istemiyor. Türkiye de böylesi bir konjonktürde bölgesinde etkin bir güç olmak için barış sürecini zorluyor.
Bu kez konjonktürü iyi okuyamayan ve protokollerle adeta çileden çıkanlar ise Ermenistan’da muhalefetteki milliyetçi Taşnak zihniyeti ile ülke dışında varoluşunu “soykırım” ve Türkiye düşmanlığı ile anlamlandıran diasporanın tuzu kuru kesimi (Amerikan Ermeni Ulusal Komitesi, Avrupa Ermeni Federasyonu gibi). Ancak normalleşme sürecinin kendisi dahi, diasporanın konjonktürü farklı okuyabilen kesimlerinin var olduğunu göstermesi açısından manidar. Nitekim protokolleri tamamıyla benimsemeseler dahi çok daha itidalli bir duruş sergileyenler var. ABD’nin en güçlü beş Ermeni kuruluşu 1 Ekim’de ortak bir bildiri yayınlayarak Sarkisyan’a arka çıktı. Bildiride “Zaman, Ermenistan’ın geleceği pahasına farklı gündemleri gütme zamanı değildir. Yakınlaşma süreci zaman alacak. Dolayısıyla Ermenistan’ın geleceğini başka olayları gündeme getirerek zarara sokamayız.” denilerek sürece destek verildi.
Bu tavır elbette tüm iddialarından vazgeçtikleri, Ermenilerin bizim istediğimiz gibi oldukları anlamına gelmeyecek. Lakin bu bir süreç. Ve bu süreç onların da kendilerine, Türkiye’ye ve Türklere bakış açılarını irdelemelerini kaçınılmaz olarak beraberinde getirecek. Protokoller hayata geçirilebilirse reelpolitik zoruyla da olsa iki toplum arasında normalleşme kaçınılmaz. Zira iki halk arasındaki “derin husumet” madalyonun bir yüzüyse, öte yüzünde de “ortak hafıza”nın bir arada yaşamışlıkla ilgili tezahürleri var.
Celal Bayar’ın 1954’teki Amerika ziyaretinde Kaliforniya’da “Türkiye Cumhurbaşkanı” olarak tanıtım faaliyetlerini Ermeniler üstlenip “Cumhurbaşkanımız geldi” diye yakın ilgi göstermiş. Benim kişisel deneyimim, Petrosyan döneminde, tarihi yanlış anımsamıyorsam 1995’teki Erivan gezisinden... Bir grup gazeteci olarak Ermenistan parlamentosunu ziyaretimiz esnasında bina önünde yaklaşık 500 kişilik bir grup Türkiye’dekine benzer bir “banker” skandalında paralarını kaptırdıkları için protesto gösterisi yaparken, kendimizi aralarında buluvermiştik. Bizi koruyan Ermeni görevlilerin yüzlerindeki ciddi panikleme ifadesini unutamam. Gel gör ki, protestocu grup içinden sadece biri öfkeli biçimde “Türkler” diye bağırmış, hepimizin şaşkın bakışları altında geri kalanlar onu derdest edip aralarından atmış, sonra da bizleri sevinçle “kucaklamıştı”. Türkçe konuşanlarının sayısı azımsanacak gibi değildi. Çoğu yaşlı başlı insanlardan oluşan bu kişilerin bizi gördüklerindeki reaksiyonları “ortak hafıza”nın diğer yüzünün tezahürüydü. Protokollerin yaratacağı iklim, bu tezahürlerin genç kuşaklara aktarılmasıyla bir “anomali” halini tedaviye yarayacağı ölçüde hayırlara vesile olacak.
Paylaş
Tavsiye Et