“YAHUDİ devleti özel bir ideolojik kapsam olmaksızın var olamaz. Bizler temel kaygısı vatandaşlarının bekasından ibaret olan diğer devletler gibi davranarak uzun süre var olamayız.” Bu sözler 1915’te günümüzde Beyaz Rusya’ya ait topraklarda doğmuş, Varşova’da hukuk eğitimi almış, 1935’te Filistin’e göç ettikten sonra Irgun/Lehi militer örgütlenmesine katılıp İsrail devletinin kuruluşunda rol almış eski başbakanlardan İzak Şamir’e ait. Şamir, 1992’deki saptamasıyla “çok geç uluslaşmış” bir milletin, İkinci Dünya Savaşı’nda vuku bulan soykırımın da derin etkisiyle ırk ve din temelli öznel bir duruma tekabül eden “Yahudilik kimliği”ne vurgu yapıp, İsrail’in “vatandaşlık” temelli sıradan bir devlet olamayacağının altını çiziyor.
Bu, küreselleşmenin ve etnik/dinsel farklılıkların övgülere mazhar olduğu demokrasinin öne çıktığı 21. yüzyılın ilk demlerinde, kavranması güç bir yaklaşım. Fakat bu yaklaşım siyasi ve toplumsal bin bir sancının yaşandığı Ortadoğu’da tüm bölgesel dinamikleri darmaduman ederek hüküm sürüyor. İsrail bu varoluş biçiminin kaçınılmazlığına eklenen yayılmacılık siyasetiyle yarım yüzyıla yaklaşan Filistin işgalini sona erdirmezken, karşımıza “tamamlanmamış” (sınırları çizilmemiş) bir devlet olarak çıkıyor. İşte Gazze Şeridi’ni kana bulayan saldırıların gölgesinde İsrail’de 10 Şubat’ta gerçekleştirilen genel seçimler vesilesiyle kendimizi yine bu devletin “demokratik” olup olmadığını tartışırken buluyoruz.
Demokrasinin insanlığın bulabildiği “en az kötü” yönetim biçimi olduğundan hareketle, temel soruyu şöyle formüle edelim: İsrail, “Yahudi devleti” vurgusu yaparken, “liberal değerler üzerine bina edilmiş demokratik bir yapı”ya sahip olabilir mi?
Buna olumlu yanıt veren tez, İsrail’in kendi içindeki (1967 sınırları) siyasi yapısı ve kültürel ikliminden ötürü “demokratik” olduğunu söylüyor. Diktatörlüklerin yahut göstermelik “sandık demokrasisi”nin geçerli olduğu Ortadoğu’daki Arap ülkeleri düşünüldüğünde, İsrail’in Batılı devletler gibi, sorunlu da olsa demokratik temelde yükseldiği öne sürülüyor. Bu tez, Aşkenazilerin (Orta Avrupa kökenli Yahudiler) temelini attığı devletin pratikte Yahudi dininin etkisi altında olsa da laikliğin hüküm sürmesi; özgür ve adil seçimler, Arap vatandaşların dahi temsil hakkının bulunduğu parlamenter bir sistem, yasama/yürütme/yargı organları, siyasi haklar ve sorumluluklar, sendikalar, özgür basın, vatandaşların her konuyu tartışmasına imkan veren güçlü sivil toplum geleneği gibi unsurlara sahip olması ile temellendiriliyor.
Şu farkla ki Batı tipi demokrasilerde bu unsurlar “vatandaşlık” ilkesi, İsrail’de ise “kan/etnisite” temelinde anlamını buluyor. Hal böyle olunca işgal topraklarını kenara koyup salt İsrail içine bakıldığında bile nüfusun beşte birini oluşturan ve kuruluş yıllarında sürülemeyen (günümüzde 1,4 milyona ulaşan) Arap vatandaşların eşitliği ve demokratik sistemdeki konumu gündeme geliyor.
Hakiki bir demokrasi, pratikteki tüm defolarına rağmen şu temel ilkelere dayanır: Anayasal düzen yahut yerine geçecek felsefi ilkeler üzerinde yükselen yasalar, kaynakların eşit ve adil dağıtımı vaadi, tüm vatandaşlara her konuda eşitlik ve insan hakları arayışı. İsrail’in Arap vatandaşlarına dair temel söylemi, “her ülkenin azınlık sorunları” bulunduğu yolunda. Gelin görün ki bu “denkleştirmeci” yaklaşıma ilk darbeyi anayasa sorunu vuruyor. Batı tipi demokrasilerde vatandaşların hakları, ırk, din ve dil gözetmeksizin eşitlik temelinde en azından kağıt üzerinde anayasalarla garanti edilirken, İsrail’de kurucularının 1948’deki beyanlarına rağmen bunca vakittir anayasa yapılamadı. Buna karşılık bir dizi yasal mekanizma Araplar açısından derin ayrımcılığa vesile.
Misal, İsrail Yüksek Mahkemesi, Mayıs 2006’da Filistinli Araplarla İsrailli Araplar arasında gerçekleşen evlilikleri tanımıyor ve bu kişilere oturma izni verilmesini yasaklıyor. Arap vatandaşlar ayrı vergilendirmeden, kamu ve özel alanda istihdam, kredi edinme ve Yahudilere ait pek çok ayrıcalıktan yoksun. Yahudi vatandaşları her görüşü savunan protesto gösterisinde yer alabilirken; İkinci İntifada’ya destek gösterilerinde 14 Arap, İsrail kurşunlarıyla can veriyor.
Tabii Arap azınlığa yönelik ayrımcılığın temelleri kuruluş yıllarına uzanan yasalarda vücut buluyor. Bunların başında “Eve Dönüş Yasası” ile “Namevcut Yasası” geliyor. İsrail 1948’de “Yahudi halkı için Yahudi devleti” ilkesiyle kurulduğundan sınırları otomatik vatandaşlıkla dünyanın dört bir yanındaki Yahudilere açık. Kuşaklardır yaşadıkları topraklarından sürülmüş Filistinli Araplarsa böyle bir hakka sahip değiller. İsrail’in “vatandaşlık” şemsiyesine aldığı Arapların vaziyetinin demokrasi çerçevesinde izahı ise zor. 1950 tarihli “Namevcutluk Yasası” Yahudi olmayan birinin ülkeyi geçici de olsa terk etmesi halinde mülküne devlet tarafından el konulmasının yolunu açıyor. Ki bu mülkler yine Yahudi yerleşimciler için kullanılmak üzere, İsrail devletini yaratmış Siyonizm’in önde gelen iki kurumu Yahudi Ajansı ile Yahudi Milli Fonu’na devrediliyor. İsrail vatandaşı Arapların toprak satın alması veya kiralamasından tutun da eğitimden sağlığa hayatın pek çok alanında yasal manileri varken, bu iki kurum kutsal topraklara göç edecek yeni Yahudi yerleşimciler için hayatı kolaylaştırmakla mükellef. 1985 tarihli yasa ise siyasi katılıma ırk temelli sınırlamalar getiriyor. Seçimlerde aday olamayacakları belirleyen koşullar şöyle: “İsrail’in Yahudi halkının devleti olduğunu inkar, devletin demokratik doğasını inkar, ırkçılığı tahrik.”
Demokrasi kültürünün olmazsa olmaz parçası olan insan hakları anlamında da İsrail pek çok bölge ülkesinden daha vahim bir tablo çiziyor. İşgalci güç olarak Filistin topraklarında işlediği insan hakları ihlallerine ve savaş suçlarına dair Uluslararası Af Örgütü gibi kuruluşların sayfalarca raporları var. Yasadışı cinayetler, işkence, toplu cezalandırma olarak ev yakımı, kontrol noktalarında insani yardımı engellemek, askerî operasyonlarda sivilleri canlı kalkan olarak kullanmak…
Bu muameleleri haklı çıkarmak için öne sürdüğü “güvenlik” gerekçesi ise İsrail devleti için aslında daha ciddi bir soruna işaret ediyor: Militarizm. Gencecik insanların kadınlı-erkekli 15-16 yaşlarında askerî bir örgütlenme içinde yer aldığı bir toplumsal yapı düşünün. Bu gençler her daim “yedekler” olarak gerek İsrail içinde gerekse işgal topraklarında göreve çağrılabiliyor. İsrail’in neredeyse tüm sivil siyasi liderleri ya eski genelkurmay başkanı yahut istihbarat ve ordu kademelerinden. Yani İsrail demokrasisi en alttan en tepeye kadar militarist karakterde.
İşte İsrail bunca sorunu barındırırken, “bir demokrasi adacığı olduğu” savı insana pek inandırıcı gelmiyor. Demokrasinin en temel ilkelerinden birisi de devlet politikasını çoğunluk belirlese de azınlığın haklarını korumaktır. Oysa İsrail’deki durumdan en iyi ihtimalle “salt Yahudilere demokratlık” hali çıkıyor. Kimileri buna “kabile demokrasisi” diyor, kimileri “etnik demokrasi” (etnokrasi) kavramını kullanıyor. İsrail eski Eğitim Bakanı Şulamit Aloni, Kelepçeli Demokrasi adlı kitabında etnokratik devlete dönüşen İsrail’in icraatlarının Apartheid rejimini hatırlattığını söylüyor.
Yahudilerin yüzyıllarca başka toplumlar içinde “öteki” olarak yaşamasının ardından, soykırımın derin travması sonucu bir daha asla “azınlık” olmamak için sağlam bir devlet çatısında birleşmeleri, İsrail’i var eden temel güdü. İsrail devleti kendini ırk ve din temelli tanımlarken, dünyaya kendini anlatmak için “demokrasi” kavramını kullanıyor. Ancak İsrail’de bu konuda daha samimi yaklaşımlar geliştirenler eksik değil. Re’ut Enstitüsü, Yahudi varoluşunun özünde bulunan network (ağ) teorisinden hareketle devletin doğasına ilginç bir açılım getiriyor. Buna göre Yahudilik, göbeğinde dinin en koyu unsurlarının muhafaza edildiği, giderek sekülerleşen halkalar şeklinde örgütleniyor. Yüzyıllara meydan okuyan bu yapı İsrail devletinin kurucusu Siyonist liderlerce muhafaza edilerek flexibility (esneklik) çerçevesinde milliyetçilik, dincilik, liberalizm, demokrasi, hümanizm gibi kavramlar birbiriyle iç içe geçiriliyor. Ne tümüyle milliyetçilik ne tümüyle liberallik. Ne sınırsız bir demokrasi fikriyatı ne sınırsız hümanizm. Zira böyle bir algılayışı İsrail’in zayıflığı olarak görüyorlar ve/veya İsrail gücünü hepsinden birden alıyor. Mottosu şu: Demokrasiyi abartırsan Yahudiliği kaybedersin, hümanizmi aşırıya kaçırırsan toprağı; dine aşırı vurgu yaparsan liberalizmin esamisi okunmaz.
“Tanrının seçilmiş halkına vaat ettiği toprakları” kuşaklardır burada yaşayan Filistinlilerden arındırarak kurulan bir Yahudi devletinin bekasını sağlama projesi olan Siyonizm’in “dışlayıcı” bir milliyetçi ideoloji olduğu su götürmez. İsrail devletinin reflekslerinin evrensel demokrasi kriterleriyle bağdaşmadığı da öyle. Dünya en azından şimdilik “dışlayıcı” milliyetçi ideolojiler yerine, “kapsayıcı” milliyetçilik yönünde ilerlerken, Siyonizm’in akıbetini hep birlikte göreceğiz.
Paylaş
Tavsiye Et