IMMANUEL Wallerstein, o uzun 19. yüzyıla karşılık (1789-1914), 20. yüzyılın çok kısa sürdüğünü söyler. Birinci Dünya Savaşı ile başlayan yüzyıl, 1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılışı ile sona ermiştir ona göre. Bir asrı kapatıp bir başka asrı başlatacak denli önemli kabul edilen duvarın yıkılışının 20. yılı kutlandı 9 Kasım’da. Duvarın yıkılışı, Avrupa’nın kapsayıcılığına, genişlemesine işaret eden bir semboldü. Ama 9 Kasım aynı zamanda 71 yıl önce Yahudilerin ev ve işyerlerinin tahrip edildiği, yüzlercesinin öldürüldüğü yahut toplama kamplarına götürüldüğü Pogrom gecesinin (Kristal gece) de yıldönümüydü. Yani Almanya mazisindeki yabancı düşmanlığını ve genişlemeyi, ırkçılığı ve açılımı aynı tarihlerde hatırlıyor.
Bu açıdan bakıldığında Avrupa’nın minareli ve en büyük camisi olacağı ilan edilen Köln Camii’nin temelinin de aynı günlerde atılmış olması (7 Kasım 2009), Almanya’nın göçmen yabancılar, daha doğrusu Müslümanlar konusunda verdiği sınavın olumlu bir aşaması olarak görülebilir. Bir mahkemede Müslüman bir kadını sırf yabancı olduğu için öldüren ırkçı Alman’ın, Almanya hukuku açısından mümkün olan en yüksek cezaya, ömür boyu hapis cezasına çarptırılması da aynı ay içinde gerçekleşen olumlu gelişmelerden.
Fakat ilginçtir ki Almanya Devlet Başkanı Angela Merkel, Almanya’da bir mahkemede polislerin gözü önünde öldürülen Merve Şerbini ile ilgili olarak Mısır’dan özür diledi. Böyle bir olayın ardından, ırkçılığın ve mahkemelerin güvenliğinin tartışılması beklenirken maktulün köken ülkesinden özür dilenmesi, bu durumun bir iç mesele olarak değil, bir “yabancı sorunu” olarak kabul edildiğini gösteren sembolik bir tavırdır. Bir taraftan Almanya’da yaşasa, Alman vatandaşı olsa da yabancı kökenlilerin hâlâ auslander olarak kabul edilmesi; diğer taraftan 11 Eylül sonrası Müslümanlarla ilgili bütün sorunların güvenlik çerçevesine yerleştirilmesi, işte böyle bir marjinalleştirmeye yol açıyor.
Birlikte nasıl yaşanacağı sorusu, yakıcı bir soru olmaya devam ediyor bütün Avrupalılar için. Almanya için kırk yıl önce gelenler Gastarbeiter idi, yani konuk işçiler; bir gün yurtlarına geri dönecek olanlar. Özellikle ilk kuşak Türkler de bu konuda hemfikirdi. Durumu toparlayıp geri dönmek üzere yaptılar bütün planlarını. Fiziksel olarak Almanya’daydılar; ama geçicilik, bu varoluş konusunda talepkâr olmalarını engelledi.
Halbuki bugün üçüncü kuşak, doğduğu, dilini konuştuğu topraklarda kalıcı olduğunun farkında. Bu nedenle varoluşlarını yeni bir söylemle ifade etme zorunluluğunu idrak ediyorlar. Ama bu zorlu bir süreç. Çünkü Avrupa, duvarın yıkılışı ile Doğu Avrupa’yı kapsamayı kutlarken, İslam’ı ötekileştirmeye, İslami farklılığı kendi varlığına tehdit olarak görmeye devam ediyor. Özellikle 11 Eylül ve 2004 Madrid patlamaları sonrası yabancı problemi doğrudan doğruya bir güvenlik eksenine hapsedildi tüm dünyada. Daha önceleri yabancılar tartışması etnik köken üzerinden yapılıyordu. Yani yabancılar demek, Türkler demekti Almanya için. Fakat 11 Eylül sonrasında din üzerinden, yani Müslümanlık üzerinden yapılıyor auslander tartışması.
Avrupa çapındaki tartışmalardan açığa çıkan husus şu: Asıl mesele diğer dinler karşısında İslam’ın konumu değil, sekülerlik karşısında dinin konumu. İtalya’daki okullardan haçın kaldırılması tartışması, İsviçre’de 29 Kasım’da yapılan minare ve ezan referandumu... Tüm bunlar dinin kamusal alandaki tezahürünün sekülerliğe rağmen nasıl gerçekleşeceğiyle ilgili tartışmalar.
Bir taraftan kanlı savaşlara sahne olan sekülerleşme sürecinin hafızalardaki izi, diğer taraftan eşit vatandaşlık ideali ve çok-kültürlülük arasındaki gerilim, göçmenler, demografik aşılma gibi ekonomik/siyasi/kültürel sorunlar, dinin kamusal izharı konusunda Avrupa’nın ciddi endişeler duymasına neden oluyor. Bu endişeler özellikle İslam söz konusu olduğunda tartışmaları marjinal bir dile hapsediyor. Fundamentalizm, terör, şeriat devleti vs. gibi kalıp iddialar sadece Avrupa için geçerli değil. Türkiye’de de benzer bir dille tartışılıyor Müslümanların kamusal talepleri. Bu nedenle de aynı marjinalleştiren dil hâkim oluyor.
Bismark döneminde Katoliklik, kamusal alandan dışlanmıştı Almanya’da. Kulturkampf denilmişti o dönemdeki mücadeleye. Bugün Müslümanlar bu kavgayı, bu tartışmayı tazeliyor adeta. Bu nedenle dinin kamusal izharı ile ilgili talepler söz konusu olduğunda hem geçmişteki sekülerleşme mücadelesinin olumsuz izleri hem işsizliğin tetiklediği yabancı düşmanlığı hem de 11 Eylül sonrası Müslümanların “yıkıcı öteki” olarak kodlanması gibi pek çok etken giriyor devreye.
Bu mücadele esnasında hem Almanya’da hem de bütün Avrupa’da Müslümanların yeni bir söyleme ihtiyaçları var; devletin Avrupa’daki Müslümanların varlığını, göçmen ve kimlik meselelerine, fundamentalist akımlara, İslami terörizme referansla ele alan, marjinalleştiren yaklaşımına karşı geliştirilecek yeni bir söyleme.
Almanya’da devlet, çoğunluğunu Türklerin oluşturduğu Müslümanların entegrasyonu için tek bir yöntemi uygun görüyordu şimdiye kadar. Türklerin Müslümanlıklarından vazgeçerek Avrupalı olabileceklerini savunan Necla Kelek ve benzeri seküler grupları muhatap alıyordu o yüzden. Necla Kelek de Ayan Hirsi Ali’nin Hollanda’da, İrşad Manji’nin Kanada’da dile getirdiklerini savunan, bütün kimliğini İslam’a karşıtlık üzerinden kuran bir isim; özellikle İslam’da kadınların ezildiği ve dinden kurtulmadıkça özgürleşmenin, Avrupalı kimliğe entegre olmanın mümkün olmayacağını savunan bir görüşün sözcüsü.
Son dönemlerde bu İslam karşıtlığı üzerinden entegrasyon önerilerine karşı “Avrupa İslamı”nı, “Avrupalı Müslümanlık”ı savunan başka bir isim daha muhatap kabul edilmeye başlandı Alman kamuoyunda: Tarık Ramazan. Özellikle üçüncü kuşak Müslümanlar arasında kabul gören bir isim Tarık Ramazan. Bazı yaklaşımları aşırı liberal bulunarak eleştirilse de artık üçüncü kuşak, bağlamın (context) “köken ülkesi”nden “yaşanan ülke”ye, mesela Almanya’da yaşayan Müslümanlar için Türkiye’den Almanya’ya taşınmasından yana. Yani Almanya’da yaşıyor ve yaşayacak olma gerçeğini dikkate alan bir söylem inşa etmenin zaruretine işaret ediyor genç kuşak. Bu nedenle de Avrupalı Müslüman vurgusunu yapan Tarık Ramazan’ın önerilerine kulak veriyorlar, eleştiri haklarını mahfuz tutarak.
Avrupa, Müslümanların kamusal talepleri üzerinden yabancıları kapsama kapasitesini, kimliğini genişletip genişletemeyeceğini, yani bizzat kendi kimliğini tartışıyor. Avrupa’daki Müslümanlar ise coğrafi aidiyetlerinden vazgeçip kendilerini evrensel değerler üzerinden ifade becerisi kazanmaya çalışırken dinî aidiyetlerini nasıl muhafaza edeceklerinin, sekülerlik içinde dinin izharına izin veren yeni bir kamusal dili nasıl oluşturacaklarının, kültürel ve etnik mensubiyetlerini hangi düzeyde tutacaklarının sınavını veriyorlar.
Paylaş
Tavsiye Et