Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Dosya
Kanun ve nizam medyası
Mutlucan Şahan
KANDİL ve Mahmur kamplarından dönen PKK’lıların şenlik havasında bir kitlesel gösteriyle karşılanmasının ardından adım adım tırmanan gerginlik, Kürt-Türk çatışmasına ilişkin endişeyle beraber siyasal şiddet kavramını bir kez daha gündemimize soktu. Şiddet gibi herkesin lafzi olarak benzer pozisyonlar almaya çalıştığı bir kavram üzerinden yürütülen tartışmalar, aslında en az kavramı gündeme getiren mesele kadar netameli. Buna karşın yahut tam da bu nedenle siyasal şiddet konusunu serinkanlılıkla tartışabilecek bir zemin oluşturmak gerekiyor.
En genel ifadeyle siyaset yapma biçimi ve bir siyasal anlayışı yaygınlaştırma yöntemi olarak kullanılan şiddet, siyasal şiddettir. Tanımı böyle yapınca akla ilk olarak terör gelir; fakat terör siyasal şiddetin tek biçimi değildir. Teröre karşı yürütülen mücadele içindeki kimi yöntemler de pekâlâ aynı tanım çerçevesinde ele alınabilir. Bir tür anomali gibi görme eğiliminde olsak da, siyasal şiddet aslında gündelik yaşamın, olağan siyasal ve toplumsal işleyişin bir parçasıdır. Günümüz toplumu, her biri birer siyasal şiddet örneği olan savaşlar, isyanlar, devrimler, darbeler, suikastlar, katliamlar, kolektif eylemler içinde oluşmuştur. Hele modern devlet, neredeyse siyasal şiddet uygulamak amacıyla kurulmuş bir mekanizmadır. Meşruiyet yahut yasallık tartışması bir yana, ordu ve polis teşkilatları katıksız siyasal şiddet örgütleridir. Üstelik bunlar teorik olarak yasal çerçevede işleyen örgütler olmalarına rağmen kimi zaman askerî darbe yahut hukuk sınırını aşan polis müdahalesi gibi eylemlere de girişebilirler. Böyle bakıldığında militarizm de tıpkı terörizm gibi siyasal şiddetle ilişkili bir dünya görüşüdür.
Çoğumuz farkında bile olmadan, birbirinden farklı hatta birbirine karşı siyasal şiddetler arasından kendi meşrebimize uygun olanları tercih ederiz. Tıpkı bu tercihler gibi, bir bütün olarak siyasal şiddet kavramını değerlendirme biçimimiz de ideolojik ve politik konumumuzla doğrudan bağlantılıdır. Siyasal şiddeti “yasal ve meşru” iktidar karşısındaki muhalif bir pozisyon olarak görme eğilimini ele alalım örneğin. Bu yaklaşımı benimsemek müesses nizama dair olumlu, en azından olumsuz olmayan, bir yargıya sahip olmayı gerektirir. Böylesi bir yaklaşım, iktidarın uyguladığı şiddeti kategorik olarak görmezden gelecek, görmezden gelinemeyecek boyuttaysa haklı göstermeye çalışacaktır. Türkiye’de egemen medyanın içinde bulunduğu durum tam da budur: sürüp giden bir görmezden gelme ve meşrulaştırma çabası.
 
Altıncı His
Türk müesses nizamı tehdit algısı üzerine kuruludur; tehlike sinyali, yurdu ve cihanı anlamlandırmada beş duyuyu tamamlayan bir tür altıncı his olarak iş görür. Yalnızca bu metafizik duyunun kavrayabileceği hakikate göre memleket, dört bir yanını sarmalamış dış düşmanların yanı sıra “yıkıcı ve bölücü” faaliyetler yürütmek için fırsat kollayan iç düşmanların saldırısına da açık durumdadır. Böylesi bir güvensizlik ve teyakkuz halinin doğal sonucu olarak milli güvenlik, devletin temel hedefi ve giderek toplumsal kurumların stratejisi olur. İşte Türk egemen medyası da büyük ölçüde bu hikmet-i hükümet mantığı çerçevesinde biçimlenmiştir. Milli güvenlik medyası açısından söz konusu olan vatansa, gazetecilik ilkeleri, kamu yararı, nesnellik, bağımsızlık, hak, hukuk, adalet gibi kavramlar teferruattır. Böylelikle gazetecilik “hak ve özgürlük” yerine “kanun ve nizam” perspektifiyle icra edilen bir faaliyet olarak normalleşir. Devlet çıkarları doğrultusunda kamuoyunu biçimlendirmeyi amaçlayan psikolojik savaşın silahı haline gelir. Ertuğrul Özkök’ün 2007 Ekim’inde Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Kuzey Irak’ta gerçekleştirdiği operasyonla ilgili olarak kaleme aldığı şu satırlar fazla söze gerek bırakmayacak kadar çarpıcıdır: “Her defasında ordusunun, hükümetinin, Meclis’inin arkasında kenetlenen bu millet. En güçlü ordumuz işte bu duygudur. Bebek katili sürüsüne karşı cepheye sürebileceğimiz en güçlü komando birliği bu dayanışmadır. [...] Evet, bizim sefer görev emrimiz bu. Bu görevi, ‘Emredersiniz komutanım’ deyip layıkıyla yerine getireceğiz. Ülkemiz artık savaş düzenindedir.”
Özkök’ün güçlü bir biçimde tasvir ettiği milli hissiyatı oluşturmak, belli değerlere gönderme yapan simgesel temsiller yaratmayı gerektirir; keza kendisinin de PKK’yı kastederek kullandığı “bebek katili” ifadesi bunun bir örneğidir. Şüphesiz PKK, şiddet üzerine inşa edilmiş, bebek ya da yetişkin, pek çok masum insanın ölümüne sebep olmuş bir terör örgütüdür. Ama PKK’nın özellikle bebekleri öldürmek için kurulmuş bir örgüt ya da ülkedeki bebek ölümlerinin başlıca sorumlusu olduğu da söylenemez. Buradaki esas amaç, PKK hakkında bir bilgi ya da fikir vermek değil, duygusal bir etki yaratmaktır. Haber metinlerinde, gündelik hayatta yaygın ve otomatikleşmiş biçimde kullanılan bu tür ifadeler, hissiyat yaratmada etkin olduğu ölçüde tehlikelidir; çünkü zihinlerimize bizim gibi olmayan, insanlık dışı yaratıklarla karşı karşıya olduğumuzu kazır. Bu algı iki temel tehlikeyi beraberinde getirir. Öncelikle, bize benzemeyen, dolayısıyla anlayamayacağımız/anlamaya çalışmayacağımız varlıkların bir faaliyeti olarak gördüğümüz terörün arkasında yatan ekonomik, siyasal, toplumsal, kültürel, psikolojik vs. gerekçeler ilgi alanımızdan çıkar. Böylece çeşitli koşulların bir sonucu olması ihtimalini dışladığımız sorunu çözmenin gerçek zeminini kaybetmiş oluruz. İkinci olarak, söz konusu algı PKK üyelerinden sempatizanlarına, oradan da Kürt hareketinin başka kesimlerine ve hatta bir bütün olarak Kürtlere yayılma eğilimi taşır. Bu anlayış, muhtemelen Kürtler arasında da muhatapları hakkında bir benzerini yaratarak, ülkeyi bir nefret iklimine teslim eder.
Medya tarafından yaygınlaştırılan temsil sisteminin önemli özelliklerinden biri de genelleyici olmasıdır ki; bu genelleyicilik sadece PKK’yı ve Kürt hareketini değil, milli güvenlik stratejisi açısından “yıkıcı ve bölücü” kabul edilen, böyle bir potansiyel taşıdığına inanılan bütün kesimleri kapsar. Terörle, çeşitli siyasi partiler, -kimi zaman şiddet içeren- kitle eylemleri ve giderek toplumsal muhalefet arasındaki ayrımlar silikleştirilir. 1970’lerde her sokağa çıkanın anarşist olarak nitelenmesi gibi, günümüzde eylem yapmanın teröristlik, hiç değilse terörist maşalığı olduğuna ilişkin yaygın bir kanaatten söz edilebilir. Geçtiğimiz günlerde toplu taşımaya erişimlerinin güçlüğüne ilişkin eylem yapan engellilere “vatandaşlar” ve polis tarafından gösterilen hoşgörüsüzlük, medya tarafından yaygınlaştırılan bu anlayışın geldiği noktayı göstermektedir. Bu kanaatin oluşmasında başrolü egemen medya oynamaktadır. İlgili ilgisiz her gösteriyi “terör örgütü yandaşları”na mal etmekten “vatandaş” ve “eylemci” arasında karşıtlık kurmaya, grev ya da miting nedeniyle “hayatın felç olması”na vurgu yapmaktan göstericilere karşı açıkça “güvenlik güçleri”nin tarafını tutmaya kadar pek çok örnek, medyanın kolektif eylemi ve sokakta hak aramayı pek de makbul bulmadığını göstermektedir. DTP’nin kapatılmasına ilişkin protestoların, “sokak siyaseti” şeklinde küçümsenmesi, “sokağa teslim olma”nın tehlikelerine işaret ederek sokağın ve toplumsal mücadelenin adeta şiddetle özdeşleştirilmesi “demokrasi sokakta aranmaz” şeklinde özetlenebilecek bu zihniyetin ürünüdür. Halbuki sokak, siyasal katılımın en az parlamento kadar temel ve meşru bir aracıdır ve bu aracı ortadan kaldırmak sanılanın aksine demokrasiyi değil şiddeti güçlendirir. Sokağı siyasal ve toplumsal mücadeleye kapatıp arazi araçlarına yer açmak isteyenlerin siyasal şiddet konusundaki ufku, kanun ve nizam muhafazakârlığının ötesine geçemez.

Paylaş Tavsiye Et