Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (May 2005) > Dosya > Türk solunun ABc’si
Dosya
Türk solunun ABc’si
Mutlucan Şahan
İÇİNDE bulunduğumuz 2005 yılını geride bıraktığımızda, 24 Ocak kararlarının ve 12 Eylül darbesinin üzerinden yirmi beş, reel sosyalizmin çöküşünün üzerinden ise on beş yıl geçmiş olacak. Şüphesiz insanlık tarihi için devede kulak bile olamayacak bu süreler, bir insanın hayatının önemli bir bölümünü oluşturuyor. Öyle ki –darbeden birkaç ay sonra, sıkıyönetim ve sokağa çıkma yasağı uygulaması sırasında dünyaya gözlerini açan bu satırların yazarı da dahil olmak üzere- “1980 öncesi”ni hatırlamayan bir kuşak yaşamının çeyrek asrını tamamladı ya da tamamlamak üzere. Türkiye’den önce ya da sonra darbe yaşamış halkların pek çoğu, üzerlerindeki ölü toprağını silkeleyerek solcu hükümetleri görev başına getirmeye, darbecilerini yargılamaya çoktan başladı. Dünyanın pek çok ülkesinde, Berlin Duvarı’nın yıkıntıları altından boy veren “tarihin sonu” ve “kapitalizmin nihaî zaferi” tezleri ciddiye alınmıyor. Başka bir dünyanın hâlâ mümkün olduğu düşüncesi gitgide daha fazla taraftar buluyor.
Oysa Türkiye solunun perişan halini gerekçelendirmek için en sık kullanılan argümanlar, darbenin solu ezmiş olması, neo-liberal hegemonya ve reel sosyalizmin yenilgisi. Tüm bu sebeplerin niçin bertaraf edilemediğine ilişkin bir açıklama çabasına yahut ciddi bir düşünsel faaliyete ise rastlamak zor. Bunun yerine, varolan durumu teorileştirip, giderek yoksullaşan kitlelerin bir türlü “bilinçlenemeyişi” yakınmasından kaynaklanan özgüven eksikliği ve kafa karışıklığı yaygın. Milyonlarca küreselleşme mağduruyla iletişim kurup onların kendi geleceklerini belirlemelerinin önünü açamayan solun bazı kesimleri küreselleşmeye karşı ulus-devleti savunan bir devletçi-milliyetçiliğe bürünürken, bazı kesimleri ise toplumun esas olarak sömüren ve sömürülen sınıflardan oluştuğunu gözden kaçıran bir radikal demokratlığa savruldu.
Özellikle son beş yıl içinde Türkiye siyasetindeki saflaşmaların Avrupa Birliği ekseninde gerçekleştiğini söylemek mümkün. Tarihi yapanın kitleler olduğunu unutan ve reel politiğin baş döndürücü cazibesine kapılan solun siyasal kodları da bu saflaşma temelinde şekilleniyor. Sıradan ve sahici insanların günlük yaşamından kopan bazı kesimler, “büyük” stratejik hesapların gölgesinde solculuk oynuyor. Bu hesaplar bazen Avrasya bozkırlarında at koşturma düşlerinde, bazen de bileşenlerinden bir kısmı işveren, iş adamı, tüccar olacak bir yurtseverlik zemininde hayat buluyor. Sonuçta sol, işçilere, işsizlere, ücretlilere, kadınlara, gençlere, kısacası ezilen, sömürülen, horlanan kesimlere değil; müesses nizama, ulusal burjuvazinin küreselleşmeye entegrasyondan canı yanacak kesimlerine, siyasal ayrıcalıklarını korumaya çalışan asker-sivil elitlere yaklaşıyor. Emekli generaller, savcılar, hakimler, faşizan milliyetçi kesimler ve “Bozkurt Denktaş”tan başka müttefik bulmak için Türkiye’nin savunmasının nereden başlayacağına değil; emekçilerin haklarının savunulmasının nereden başlayacağına kafa yormak gerekiyor. Sosyalizmin ufkunu yurtseverliğin ötesine taşımak için Kopenhag Kriterleri’ne karşı 1980 Anayasası’nı tercih etmemek gerekiyor.
Şüphesiz bu yalın kat AB karşıtlığının temelinde, AB sürecini Türkiye’nin emperyalizmin boyunduruğuna girmesi olarak değerlendirmek yatıyor. Bu değerlendirmenin sebebi, emperyalizmin dışsal bir olgu olduğuna dair inanış. Oysa emperyalizm, kapitalizmi içeren bir kavramdır; hatta kapitalizmin belirli bir aşaması olması bakımından, yüz yıldan beri kapitalizmin bizatihi kendisidir. Dolayısıyla emperyalizme karşı verilecek mücadele, “dış mihraklara” karşı yurdun savunulması olarak görülemez. Böylesi bir yurtseverlik politikasında ısrar etmenin sonucu eninde sonunda yerli sermayeyi yabancı sermayeye tercih etmek, belki de günün birinde ülkeyi “sınıfsız, zümresiz, kaynaşmış bir millet” ten mürekkep görmektir. Diğer yandan, yine aynı sebeple, Türkiye’nin AB ile mesafeyi koruduğu ölçüde emperyalist sistemden azade olacağını düşünmek de bir yanılgıdır. Bu anlayışı temsil eden kesimler, AB’ye karşı çıkmak adına, işçi sınıfının uzun ve zorlu mücadelesinin sonuçları olan, görece demokratik reformlara da karşı çıkarak ulus-devleti savunan ve Türkiye’deki statüko yanlılarını güçlendiren bir noktaya düşüyor.
Madalyonun bir de öteki yüzü var elbette. İfrat ve tefrit arasında salınan solun bir diğer kesimi ise, kayıtsız-şartsız bir AB yandaşlığının bayrağını taşıyor. Çeyrek asırdan beri önüne doğru dürüst proje koyamayan, oluşturduğu projelerin ise neredeyse hiçbirini tamamlayamayan solun, giderek katmerleşen özgüven eksikliğinin bir sonucu olarak, kendi iddialarını AB’nin sırtına yükleme eğilimine girdiği de sıklıkla görülüyor. Siyasi beleşçilik bazen öyle noktalara varıyor ki; kazanılmış haklarının peşine düşmüş emekçilere akıl öğretmeye ve onları azarlamaya kalkan AKP, sırf AB uyum yasalarını çıkartmasından dolayı, değişimin ve demokratikleşmenin öncüsü mertebesine oturtuluyor. Sınıfsal içerikten yoksun bir demokrasi ve insan hakları savunuculuğunu meslek edinen bu kesimler, ölümü görüp sıtmaya razı oldukları için demokrasi ufuklarını AB kriterleri ile sınırlandırmakta sakınca görmüyorlar.
Oysa gerçekler, her zaman olduğu gibi, biraz acı. Ne AB sanıldığı gibi bir demokrasi projesi; ne de AKP sanıldığı kadar değişim yanlısı. Ortak bir pazarda bütünleşmek amacıyla, piyasa değerleri üzerine inşa edilmiş olan AB, en başından beri, bir sermaye örgütü. Lizbon Stratejisi, yeni anayasa tasarısı gibi metinlerle bu özellikleri güçlenirken, görece demokratik düzenlemeler de gitgide budanıyor. 17 Aralık’a uzanan süreçte değişimin öncüsü olarak gösterilen Recep Tayyip Erdoğan ise AB’nin talepleriyle müesses nizamın sınırları arasında sıkıştıkça yelkenleri suya indirip, o çok bildik “bizi bölmek isteyenler var” söylemine sarılıyor. Bir an için AB’nin ve AKP’nin gerçekten ve içtenlikle demokrat olduğunu varsaysak bile, bu demokrasinin sömürü ilişkilerinde köklü bir değişiklik yaratmayacağını, dolayısıyla solcular açısından başlı başına bir gündem oluşturmaya yetmeyeceğini kabul etmek gerekiyor. Toplumun, çıkarları birbiriyle çatışan farklı sınıflardan oluştuğu gerçeği bir an için gözden kaçırıldığında, AB’ye üyeliğin Türkiye için iyi olacağı söylemi hayat buluyor. Oysa Türkiye’nin bir kesimi için iyi bir şeyin, bir diğer kesimi için kötü olabileceği gerçeği değişmiyor.
Solcular AB’ye evet-hayır tartışmalarıyla havanda su dövedursun, bir vakitler sonu geldiği iddia edilen tarih, bu tartışmalara aldırış etmeden akıp gidiyor. Diğer zorluklar yetmiyormuş gibi sol, on kusurlu hareketten dokuzunu başarıyla tamamlayan, buna karşın halen ahali tarafından sol olarak algılanan CHP’yi de bir kambur gibi sırtında taşıyor. Pekala, bu ahval ve şeraitten çıkış için bir umut yok mu? Elbette var, zaten dünyayı değiştirme iddiasının sahibi solun, mevcut tabloyu değiştirmek için umudu ve iddiası yoksa, bu ancak solculuktan istifa etmek için bir gerekçe olabilir. Türkiye solu, üzerindeki deli gömleğini çıkarıp atmak için, reel politiğin gündelik hesapları yerine gerçek yaşamın gündelik mücadelelerine yığınak yapmak zorunda. Tabii bu hiç de kolay değil; iğneyle kuyu kazmayı, sloganlarda kendisinden sıkça bahsetse de, nicedir ilişki kurmadığı için aynı dili konuşmaz hale geldiği “halk” ile diyalog kurmayı, on beş yıldır gölgesiyle boks yaptığı reel sosyalizmle ciddi biçimde hesaplaşmayı gerektiriyor. Sol, tarihin öznesi olan kitlelerin kendi geleceklerine ilişkin söze, yetkiye ve karara sahip olması için, onlara AB ufkunun ötesinde bir seçenek sunmak zorunda. Özgürlükçü, özyönetimci, enternasyonalist, insanın insanla, toplumla ve doğayla ilişkisini yeniden ele alan bir sosyalizm seçeneğini oluşturmak ve halkın gündemine sokmak için kaybedecek bir an bile yok.

Paylaş Tavsiye Et