TARİH boyunca insanlar çeşitli amaçlarla çok uzun mesafeleri aşan yolculuklar yaptılar. Ve beraberlerinde götürdükleri şeylerle gittikleri yerlerin maddi ve manevi kültürlerini etkilediler, değiştirdiler. Ticari amaçlarla, imparatorluk sınırlarını genişletmek için, köle edinmek üzere ya da bir misyoner olarak… Büyük İskender Mısır’da sadece siyasi hâkimiyet kurmakla kalmadı, fethettiği yerlerin fiziksel görünümünü de değiştirdi. Moğolların önlerine katıp götürdükleri, geride bıraktıklarından kat kat fazlaydı. İspanya’ya giden ve orada 900 yıl kalan Müslümanlar göç, din değiştirme ve ölüm arasında bir seçim yapmak zorunda kaldılar 16. yüzyılda. Yahudiler iki bin yıl diaspora hayatı yaşadı. Bugün de hâlâ Yahudiler, Çinliler, Araplar ve Sihler küresel diasporalarda yaşıyorlar.
Yeni Dünya göçmenlerden ve Afrika’dan sökülüp götürülen kölelerden oluşan bir nüfusa sahipti. “Misafir misafiri, ev sahibi hiçbirini sevmez” sözünü hatırlatırcasına gelip yerleşenler, ev sahiplerini yerinden etmekle kalmayıp yeni gelenleri kendileri için hep tehdit olarak gördüler. Bugün “göçmen ülke” olarak bilinen Amerika’da da göçmenleri ve mültecileri sınırlayan yasalar çıkartılıyor. Ama “yabancı” ya da “göçmen” sorununu biz daha ziyade Avrupa’da keskin bir karşılaşma ve tartışma olarak gözlemliyoruz. 29 Kasım’da İsviçre’deki referandumla minare yasağının onaylanması da Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy’nin bir popüler kültür kahramanı olarak sahne aldığı her fırsatta peçe yasağını gündeme getirmesi de yabancı ve göçmen sorununu İslam korkusu ile harmanlayan örnekler oldu.
Zaman içinde göçmenlerin konumunun “misafir”den (Almanlar Türkler için gastarbeiter/misafir işçi tabirini kullanıyordu) “yabancı”ya dönüşmesi, Avrupa’daki gerilimin boyutlarını ele veriyor. Küresel krizlerin ortaya çıkardığı işsizlik ve 11 Eylül sonrası beslenen İslam korkusu, bu göçmen düşmanlığının Müslümanlara yönelmesinin arka planını oluşturuyor.
Yasal işçi olarak gelen, fakat yaşanan her ekonomik krizde işsizliğin sebebi olarak gözlerin üzerlerine çevrildiği göçmenlere bir de mülteciler ve sığınmacılar ilave olunca, Batı’da yaşayanlar kapılarına yığılmış dilenciler tarafından istila edilmiş gibi bir halet-i ruhiyeye teslim oluyorlar.
2008 yılı sonunda dünyada 42 milyon insan yer değiştirmek zorunda kaldı. Bunlardan 26 milyonu kendi ülkesi içinde yer değiştirenlerden, geri kalanı ise mülteci ve sığınmacı olarak başka ülkelere gidenlerden oluşuyor. Ama Avrupa ülkelerine iltica edenlerin AB’ye ilk giriş yaptıkları Yunanistan’a geri gönderildikleri bir vasat da söz konusu. Sanılanın aksine sığınmacı ve mülteciler gelişmiş ülkeleri tercih etmiyorlar ya da gelişmiş ülkelerin sunduğu şekliyle bu ülkeleri adeta yığınlar halinde işgal etmiş durumda değiller. Dünyadaki mültecilerin beşte dördüne gelişmekte olan ülkeler ev sahipliği yapıyor. Mesela Pakistan dünya çapında en fazla sayıda mültecinin ev sahibi. Onu Suriye ve İran takip ediyor.
Dünya çapındaki mültecilerin yarısını Iraklıların ve Afganistanlıların oluşturması da hemen her gün bir TIR’ın kasasından ya da küçük bir teknenin güvertesinden birer “kader kurbanı” olarak medyaya yansıyanların, sadece bireysel bir yoksulluktan refaha yolculuk hikayesinin kahramanları olmadıklarını gösteriyor. Yani onları yerlerinden eden, demokrasi götürme vaadiyle ve “küresel etik” gereği yapıldığı iddia edilen müdahaleler.
İltica böyledir de göç değil midir? Küreselleşmeyi insanların ve paranın yeni hareketliliği ve “küresel şehir” terimi üzerinden ele alan sosyolog Saskia Sassen’in son iki yüzyılın Avrupa tarihine bakarak tespit ettiği gibi göç de kendiliğinden, birdenbire vuku bulan bir olay değildir. Göç, yaratılan bir durumdur. Bu durumun yaratılmasının tek sorumlusu da göçmenler değildir. Yani sadece daha iyi bir hayat, daha yüksek bir kazanç için açgözlülüklerinin peşinden giden insanlar olarak görülemez göçmenler. Çünkü var olan siyasi ve iktisadi sistem, göçün yönünü ve örüntüsünü şekillendirir. 19. yüzyılın sömürgeciliği, 20. yüzyılın ucuz işgücü ihtiyacı, 21. yüzyılın işgalleri, savaşları; tüm bunlar göçün arkasındaki dinamiklerdir.
Bir uluslararası sempozyumda Surinamlı bir kadınla tanışmıştım. “Güney Amerika’da 500 bin nüfuslu küçük bir ülkedenim” diye tanıttı kendisini. Halbuki ben onu Asyalı, hatta Endonezyalı sanmıştım. Yanılmamışım, dedeleri Java’dan gelmiş. Surinam ile Java arasındaki nüfus seyyaliyeti, her ikisinin de Hollanda sömürgesi olmasından kaynaklanıyor. Fransa’da Kuzey Afrika, İngiltere’de Hindistan kökenli göçmenlerin çoğunluğu teşkil etmesi de göçün kolonyal bir geçmişin ayak izlerini takip ettiğini gösteriyor.
Diğer taraftan Avrupa’da seyelan halinde olan insanların dramı, bağımsız ulus-devletlerin oluşumu ile sığınmacı ve mültecilerin ortaya çıkışı arasında çok yakın bir bağlantı olduğunu da gösteriyor. Avrupa’daki ulus-devletler, yönetsel bağımsızlık ve vatandaşlık üzerindeki vurguları nedeniyle mülteci olgusuna katkıda bulundular. Tehcirler ve mübadeleler ulus-devletlerin oluşmasında araçsal öneme sahip oldu. Sadece 20. yüzyılda iki savaş sonrasında Avrupa’da milyonlarca insan yerinden edildi.
“Bugün eski Yugoslavya’daki savaşlar bir tür Balkan ‘çözülmesi’ olarak kabul ediliyor. Halbuki bunlar da konuşulmayan Avrupa tarihinin sonucu” diyor Sassen, Guests and Aliens’da. Nitekim Amerika da küresel askerî güç olarak yapıp ettikleri sonucunda kendi mülteci akınlarını oluşturdu. 1960’lar ve 70’lerde Hindiçin’den, 1980’lerde Orta Amerika’dan göçler buna örnektir.
Ekonominin uluslararası bir özellik kazanması, sadece sermayenin değil işgücünün de uluslararası hareketi anlamına geliyor. Hem bu “uluslararası”laşmanın hem de eski kolonyal ilişkilerin ortaya çıkardığı jeopolitik durum, göçün ve göçmenliğin sorumluluğunun sadece göçmenlerin üzerine yüklenemeyeceğini gösteriyor. Uluslar-üstü ekonomi, yapılanmasını işgücünün seyyaliyeti üzerine kurarken, göçmenlerle ilgili düzenlemelerin ulusal sınırlar tarafından belirlenmesi gerilimin bir ayağını oluşturuyor.
Gerilimin diğer ayağıyla ilgili olarak Sassen’in şu tespiti aydınlatıcı: “Avrupa ve Amerika’nın, büyük kentlerindeki göçmenler ve yabancı işçilerle ilgili çelişkisi bir cephe problemidir. Avrupalılar dünyanın dört bir tarafında kirli işlerini yapan yerleşimcilerle ilgili olumlu çağrışımlara sahip oldular. Ama bugün insan hakları, kültürel haklar, eşit vatandaşlık gibi uygulamalar, ‘cephe’nin buharlaşmasına neden oluyor. Cephe artık Paris’te, Londra’da, New York’ta.”
Batı toplumlarında, merkezi başka yerde bulunan bir “diaspora” yaşamı süren üyelerin sayısı gün geçtikçe artıyor. Ve bugüne kadar geçerli olan “Biz işleri burada böyle yürütüyoruz” şeklindeki tek yönlü çözüm artık tartışmaya açılıyor. Çok-kültürlülük etrafındaki tartışmalar da göçmen politikalarında atılan geri adımlar da bu yeni durum ile eski alışkanlıklar arasındaki gerilimden kaynaklanıyor. Batı toplumlarının zorluğu aşmaları için hem göçün tek taraflı sorumluluk olmadığını hem de göçmenlerin ve mültecilerin eşit insani haklara sahip olduğunu kabul etmesi gerekiyor.
Paylaş
Tavsiye Et