23 ŞUBAT 2005 tarihinde Fransız milletvekilleri, ülkelerinin sömürgecilik tarihiyle ilgili çok önemli bir kanun teklifini onayladı. Hayır, bu kanun teklifi Fransa’nın sömürgecilik cürümlerini işleyenlerin cezalandırılmasını öngörmüyordu. Tam aksine Fransız okullarını, Fransa’nın başta Kuzey Afrika olmak üzere yurtdışındaki mevcudiyetinin olumlu taraflarını vurgulamak ve bu bölgelerde görev yapan Fransız askerlerinin gösterdikleri fedakarlıkları anmakla yükümlü tutuyordu.
Milletvekillerinin Fransız çocuklarına olumlu taraflarını anlatmak istedikleri bu ‘mevcudiyet’i bütün dünya “kanlı Fransız sömürgeciliği” olarak biliyor. Fransa her ne kadar Amerika kıtasındaki sömürgecilik çekişmesinden eli boş dönmüş olsa da, Fas’tan Vietnam’a kadar Afrika ve Asya kıtalarının birçok bölgesini, bu arada Kuzey Afrika’nın Libya’ya kadar olan bölümünü sömürgeleştirdi. Tıpkı diğer sömürgeci Avrupalılar gibi Fransızlar da bu emperyalist işgallerine medenileştirme misyonu (mission civilisatrice) kılıfını giydirdiler. Öyle ya, ‘Barbar’ Asyalı ve Afrikalılar zahmet edip Avrupa’dan ayaklarına kadar ‘medeniyet’ getiren Fransızlara borçlu olmalıydılar.
Kuşkusuz Fransız sömürgelerinin içinde Cezayir’in ayrı bir önemi var. 1848 yılında Cezayir, Fransız topraklarının entegre bir parçası haline getirildi. Ülkenin en verimli topraklarına Fransızlar yerleştirilerek geleneksel İslam şehirleri Fransız kolonileri halinde yeniden yapılandırıldı. Ülkede yaşayan Yahudilerin aksine Müslüman Cezayir halkı başta seçme hakkı olmak üzere her türlü siyasi haktan men edildi. Cezayir halkının bağımsızlık arzusu işgal altındaki yüz yıl boyunca hiç tükenmedi ve 1952-1962 yılları arasında devam eden son derece kanlı bağımsızlık savaşından sonra Cezayirliler amaçlarına ulaştılar. Fransa’nın Cezayir macerasının bilançosu, katledilen 1,5 milyon Cezayirliydi. Emperyalizmin kültürel bakiyesi ise, Arapçadan daha çok Fransızca konuşan bir nesil bırakması olmuştu.
Tabii ki Fransız resmî tarih öğretisi bu dönemi sömürgecilik olarak adlandırmayacaktı; İkinci Dünya Savaşı’nın galibi ve uluslararası sistemin asli parçası olarak böyle bir yoruma mecbur da değillerdi. ABD Kızılderili katliamlarını, Fransızlar ise sömürgecilik tarihlerini tanımak ya da bundan dolayı özür dilemek zorunda kalmadılar. Tarihi kazananlar yazar; onlar kahramanlıklarıyla ve iyilikleriyle hatırlanır, mağluplar ise kötülükleriyle. Tarihleriyle hesaplaşmak sadece mağlupların kaderidir. Bu nedenle Fransız Meclisi’nin 2005’teki kararıyla 2006’daki Ermeni soykırımını inkâr yasası kararı arasında asli bir irtibat mevcut. Birincisi, Fransızların kendi tarihlerine mağrur ve özrü aklından bile geçirmeyen bakışını yansıtıyor; diğeri ise son bir yüzyıl boyunca üzerinde ideolojik hegemonya kurdukları bir milleti abluka altına alma ve özür dilettirme çabalarını. Her ikisi de güç yoluyla tarih yorumunun biçimlendirilmesi ve tekelleştirilmesi anlamına geliyor. Fikir özgürlükleri konusunda Türkiye’ye baskı yapan AB’nin kilit ülkelerinden birinde böyle bir kısıtlama yapılması aslında çelişki taşımıyor. Zira Fransız filozof Michel Foucault’nun en sarih biçimde anlattığı gibi, “bilgi üretimi masum bir aktivite değildir.”
Foucault’ya göre bilgi ile iktidar arasında derin bir ilişki mevcuttur. Bilgiyi ‘üreten’ iktidar, aynı zamanda neyin doğru olduğuna dair tanımların da sahibidir. Bilgi, doğrulara dair üretilen söylemler yoluyla iktidarın gücünü pekiştirir. Bilgiyi üretme durumundaki sistemik iktidar, genelde Batı ve özelde Fransa, elbette tarihî doğruların neler olduğuna dair söz söylemede sistemin dışındaki aktör olan Türkiye’den daha ‘haklı’ durumda olacaktır. Bu güç, bir yandan sömürgeciliğin cici taraflarını görmeye zorlar, diğer yandan zayıfların ve mağlupların tarihlerine dair okumalar üzerinde tahakküm tesis eder. Yine bu güç neyin insan hakkı olarak tanımlanıp, neyin tanımlanamayacağını ya da dünyadaki hangi azınlık çatışmasının dikkate şayan olduğunu, hangisinin ise görmezden gelinmesi gerektiğini öğretir.
Sistemik iktidar bilgi üretimine koyduğu tekelini eğitim, medya ve ödüllendirme araçlarıyla sürdürür. Neyin doğru olduğuna dair tanımları yapanlar, aynı zamanda neyin ödüle ve ilgiye layık olduğuna da karar verirler. Oryantalist bakış açısının tanımladığı bir Ortadoğu resmi çizebilenler sistemik iktidar tarafından memnun edilirler. İçinden çıktıkları topluma bir Avrupalı gibi bakabilme yeteneğini kazanmışlarsa, kısacası küçük, yerli oryantalistler haline gelmişlerse, kendini bilgi üretim endüstrisinin bütün kapıları açılır. Ezan sesinde değil Mozart’ta huzur bulan, kendilerini İstanbul-Fatih’te değil Paris’te evinde hisseden, tarihsel sembollerini Sütçü İmam yerine onu ‘medenileştirme’ye çalışanlarda arayan, İstanbul’un fethinden dolayı özür dileme psikolojisine girebilen, mahallenin zencileriyle aynı ortamlarda bulunmaktan haz etmeyen beyaz bir elittir aradıkları. Bunları Cezayir’de de, Tahran’da da, İstanbul’da da bulmak çok zor değildir.
Resmî tarihe karşı çıkış adına uluslararası sisteme sığınmak onur verici bir hareket olmasa gerek. Yerel güç dengelerine karşı sistemik güç dengeleriyle işbirliği yapanlar mücadeleyi baştan kaybederler. Saygıya değer mücadele ancak yerli iktidarla sistemik iktidar arasında, yerli resmî tarihle sistemik resmî tarih arasında tercihte bulunmayı reddedenler tarafından verilebilir. Demokratik bir mücadele sadece yerel ve bağımsız ise saygıya değerdir. Ancak, böyle bir tercihin ne yerel ne de küresel sistemin gözüne girebilmek gibi bir faturası vardır. Maksat tarihi sorgulamak değil, ödül almaksa; o halde Cezayir’den söz etmemeli, Irak ya da Filistin’e hiç uğramamalı, Keşmir deyince yünlü kazaklarınız akla gelmeli, Starbucks’tan kahvenizi alıp, Brooklyn’de yudumlamalısınızdır.
Paylaş
Tavsiye Et