Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Toplum
Hayatımın bir kısmı / İlk mahkumiyetim
Aliya İzzetbegoviç
Bölüm III
 
1 Mart 1946’da, benim gibi düşünen 14 kişiyle birlikte tutuklandım ve üç yıl hapse mahkum edildim. Bu mahkumiyet, ileride olacaklarla kıyaslandığında fazla ağır sayılmazdı. Biz, Genç Müslümanların bu şekilde suçlanan ve mahkum edilen ilk grubu idik. Baskılara rağmen örgütün yayılmakta olduğuna kanaat getiren komünistler, Genç Müslümanlar hareketine yönelik tutum ve davranışlarını değiştireceklerdi.
1941-1945 SAVAŞI sırasında, dönemin yetkilileri ile, yeni kurduğumuz ‘Genç Müslümanlar’ hareketi arasında dillendirilmemiş bir çeşit saldırmazlık anlaşması vardı: Muhalefeti oluşturduğumuz açık olmasına rağmen, doğrudan karşı karşıya gelmekten kaçınıyorduk. 1944’te, örgütün, hocaların (imamların) birliği el-Hidaye ile bir anlaşma yapmış olmasından hoşnutsuz olduğum için giderek pasifleştim. Aralarında saygı duyduğum birçok kişi olmasına rağmen hocalarla hiçbir zaman tam olarak mutabık kalmadım. Hocalık ya da şeyhlik gibi ayrı bir toplumsal sınıf ya da rütbe olmaması gerektiği ve onların savunucusu oldukları İslam anlayışının İslam’ın hem iç hem de dış gelişimini engellediği görüşündeydim. Bu görüşlerimi kamu önünde de mümkün olduğunca ifade ettim ve sonuç olarak da belli ölçüde dışlandım.
Savaş bittiğinde, komünist yetkililerin yarattığı dehşet nedeniyle aktif olmayı sürdürdük. Önce bizi caydırmayı denediler; bunu başaramayınca da 1946’nın başından itibaren tutuklamaya başladılar.
Çocukken bile hukukçu olmayı isterdim. Bu benim gençlik ihtirasım, okul günlerinden beri hayalimdi. 36 ay sonra 1949’da hapisten çıktığımda Hukuk Fakültesi’ne kaydolmak istedim; fakat kendisi de bir hukukçu olan eniştem Şukrija, beni bundan vazgeçirdi. Babam da, komünistler asla unutmadığı ve affetmediği için eski bir mahkum olarak hukuk mesleğinde ilerleme imkanımın olmadığını düşünüyordu. Bunun üzerine üç yılımı geçirip 13 sınavını verdiğim Fenni Ziraat Mektebi’ne kaydoldum. Mükemmel bir fenni ziraat öğrencisiydim, fakat yıllar ve sömestreler geçtikçe ilgimi yitirdim ve sonunda Hukuk Fakültesi’ne transfer oldum. Bütün bunlar nedeniyle, bu üç yılı bir zaman kaybı olarak görmüyorum. Matematik, jeodetik, toprak ıslahı sınavlarını ve hatta inorganik, organik, analitik ve zirai kimya olmak üzere dört tane de kimya sınavını verdim.
Kimya ile ilgili ilginç bir deneyimin benim için ayrı bir yeri vardır. Ben okuldayken, madde ve enerjinin sabit olduğu teorisi –Einstein aksini ispatlamış olmasına rağmen- hâlâ geçerli sayılıyordu. Einstein daha 1905’de, ünlü E=mc2 formülü içinde ifadesini bulmuş olan, atomun parçalanmasıyla birlikte büyük çapta enerjinin ortaya çıkacağı ve kütlenin de yitirileceği yönündeki teorisini çoktan yayımlamıştı; fakat bizler 35 yıl sonra hâlâ Newton fiziği öğreniyor ve Newtonyen bir dünyada yaşıyorduk: Mantıksal, sabit, tek-istikametli ve hatları düz bir dünyada. Einstein bütün bu varsayımları değiştirdi. Evren eğik, zaman ve mekan göreliydi, madde ve enerji de sabit değildi. Atom bombası, ileride, bu inanılmaz nosyonların doğruluğunu kanıtlayacak ve bizleri görelilik çağına sokacaktı. Ben bunun da, zamanın ruhu üzerinde güçlü bir etkisi olduğuna inanıyorum. Yaygın kabul gören bazı değerler de görelileşmişti. Daima iki farklı tarihsel çağda yaşamış olduğuma dair hisler beslemiş olmamın nedeni de budur: Gençliğimi bir tarihsel çağda, olgunluk yıllarımla yaşlılık dönemimi de öncekinden çok farklı başka bir çağda yaşamıştım.
1945 Nisan’ında komünistler Saraybosna’ya girdi. Onların 45 yıl sürecek olan dönemi de böylece başlamış oldu. O yılın sonbaharında, biz Genç Müslümanlar, komünistlerin denetimleri altına almak istedikleri, Müslüman Derneği Preporod’un teşkilatlanması vesilesiyle bir gösteri düzenledik. Hararetle anti-komünist konuşmalar yaptık. Dinleyicilerin çoğu heyecanla alkışladılar ve bize cesaret verdiler. Ben ve birkaç arkadaşım, konuşma alanından ayrılmadan tutuklandık.
Bu isyanımızın ardından, OZNA (Yugoslav Devlet Güvenlik Polisi)’nın gözünü hareketin üzerinden ayırmaması gerektiğine hükmetmiş olduğu aşikardı ve ertesi gün bizi salıverdiler. Genç ve saf olmamızın etkisiyle (o tarihte 20 yaşındaydım) mitingleri sürdürdük ve onlar da herşeyi gözetlediler; bu sayede birkaç ay sonra tutuklandık ve mahkemeye çıkartıldık.
1 Mart 1946’da, benim gibi düşünen 14 kişiyle birlikte tutuklandım ve üç yıl hapse mahkum edildim. Bu mahkumiyet, ileride olacak olanlarla kıyaslandığında fazla ağır sayılmazdı. Biz, Genç Müslümanların bu şekilde suçlanan ve mahkum edilen ilk grubu idik. Baskılara rağmen örgütün yayılmakta olduğuna kanaat getiren komünistler, Genç Müslümanlar hareketine yönelik tutum ve davranışlarını değiştireceklerdi. Bütün belirtiler, Genç Müslümanlar fikriyatının halkta, özellikle de gençler arasında yankı bulduğunu gösteriyordu. 1947’de bir grup daha tutuklandı ve mahkum edildi, sonraki yıl bir grup daha ve 1949’a gelindiğinde gösterişli bir son için karar verilmişti. Bosna-Hersek’te yaklaşık 1000 kişi tutuklandı. Yugoslavya Stalin’le çarpıştığında dönem, Kominform dönemiydi. Yetkililer, Stalin’in, gevşek oldukları ve anti-komünist unsurların ülkeyi ele geçirmesine izin verdikleri yönündeki suçlamalarının baskısı altındaydılar ve bunların doğru olmadığını kanıtlama telaşı içindeydiler. Aynı anda hem Kominformistleri (Stalin’in destekçilerini) hem de bizi baskı altına aldılar, fakat Kominformistlerin bu gösteriden bizden daha kötü bir durumda çıktıkları söylenebilir. Bizim insanlarımızdan bazılarının, 1949 yazında yapılan duruşmanın sonunda ölüm cezası aldıkları doğrudur, fakat insani bakış açısından, Stalin’in destekçileri çok daha sert bir muameleye maruz bırakılmışlardır. Bizim insanlarımız çok zor bazı deneyimlere katlanmışlardı, ama bunlar Kominformistlerin örneğindeki gibi aşağılayıcı deneyimler değillerdi. Öleceğimizi ya da pes edeceğimizi düşünerek bizi zindanlara attılar, Kominformistlerin ise, ideolojik olarak çökertmek amacıyla beyinlerini yıkamaya çalıştılar.
İdama mahkum edilen dört yoldaşımızdan en yaşlısı 27 yaşındaki Hasan Biber; en genci ise, o zamanlar daha 20’sinde bile olmayan Nusret idi. Ailesi Nusret’lerinin hâlâ bir çocuk olduğunu yazarak, af talebinde bulundu. Ancak bu yetkililerin kalplerini yumuşatamadı. Af talebini reddeden belgenin üzerinde, komünistlerce “tanınan bir hümanist” diye tasvir edilen bir adamın imzası vardı. Bu kişi o tarihte Prezidyum’un başkanı olan Moşa Pijade idi. 1914’te, bir Sırp milliyetçisi olan Gavrilo Princip, Avusturya Arşidük’ü Franz Ferdinand’ı Saraybosna’da bir suikast sonucu öldürmüştü. Hem tahtın varisini hem de onun hamile eşi Sophia’yı öldürmüş olmasına rağmen, henüz 21 yaşına girmemiş olduğu gerekçesiyle idama mahkum edilmemişti. “Hümanist” Moşa Pijade, 16-18 yaş arasındaki akıl-baliğ olmamış kişilerin idamını yasaklayan Yugoslav Ceza Yasası’nın da yazarıydı. Böyle bir yasanın varlığına rağmen ayrı bir muameleye tabi tutularak kurban seçilenler, farklı düşüncelere sahip olmaktan başka suçları olmayan genç insanlardı. Suçlamalar, kesinlikle işlememiş oldukları terörizm suçunu da içeriyordu. Müslümanların etkinliklerinin yazmaya, muhaberata ve toplantı düzenlemeye münhasır olduğu bugün bilinen bir gerçektir: Komünist rejime sözel ve psikolojik bir direniş.
Hapiste Mart 1946’dan Mart 1949’a kadar üç yıl geçirdim. Bu zamanın yarısını oldukça aç geçirmiş olduğum bir kenara bırakılırsa, herhangi bir işkenceye maruz bırakıldığımı söyleyemem.
Cezaevinden önceki sorgulama sırasında, Saraybosna’daki Mareşal Tito Kışlası’ndaki askeri hapishanede, askeri mahkemenin de içinde yer aldığı Mühendislik Okulu’nun yanındaki binada tutuldum. İçindeki insanların yarısının ölüm cezası aldığı ve başvurularının sonuçlarını beklediği bir odadaydım. Çoğu, Çetnik çeteciler ya da savaş zamanından kalma suçlulardı. Ben üç yıla mahkum edildiğimde hepsi bunun bir şey olmadığını düşündüler ve diğerleriyle karşılaştırıldığında gerçekten de bir şey değildi. Herşeye rağmen, 60 veya 70 yıllık bir yaşam içinde üç yıl, bin gün ve bin geceden daha fazla bir şeydir. Cezamı çekmek üzere Zenica’ya gönderildim. Fakat orada fazla uzun kalmadım. İki ay sonra, yedi ay tutulduğum Stolac hapishanesine nakledildim ve ondan sonra da, hafif ceza mahkumu olarak bir inşaat sahasına gönderildim. Burada, Boraçko Gölü’ndeki inşaat sahalarında, Udbahsi’lerimin, yani sorgulamalar sırasında tanımak zorunda kaldığım Tito Yugoslavya’sının Gizli Servis üyelerinin ileride tatillerini geçirmek üzere gidecekleri UDB (Devlet Güvenlik Servisleri ya da Gizli Polis) merkezinin inşaatında çalıştım. Daha sonra bir süre de Saraybosna’da, gelecekte Komünist İttifak Merkez Komitesi’nin karargâhı olacak yerde çalıştım. Bu binada kullanılmış olan sıvaların, tuğla ve betonların çoğu tarafımdan bizzat benim ellerimle taşınmıştır. Hapisteki üçüncü yılımda, Macaristan sınırındaki, Beli Manastır yolundaki Belje Mülkü üzerindeki bir kampa nakledildim.
*Dergimizde yayımlanan Aliya İzzetbegoviç’in hatıraları sonbaharda KÜRE Yayınları tarafından okuyucuya sunulacaktır.

Paylaş Tavsiye Et