Bölüm IV
KİMSE hayatta kalmak için neyin iyi, neyin kötü olduğunu bilemez. Eğer 1946’da tutuklanmamış olsaydım -ki ben ve benim insanlarım bunu büyük bir talihsizlik olarak görüyorduk-, 1949’da, tutuklanmamın ardından örgüt içinde benim yerimi alan Halid Kaytaz gibi öldürülmüş olacağım hemen hemen kesindi. Halid ölüme mahkum edilmişti ve 1949 Ekiminde kurşuna dizildi. Hapse girmek böylece hayatımı kurtardı. Ardından, Macaristan sınırındaki sürgün geldi. Beni ailemden 400 km uzağa göndererek cezalandırmak istediler. Ama bunun benim için iyi olacağını bilmiyorlardı. Burası çok bol gıdanın bulunduğu, geniş bir çiftlikti. Her yanda biz mahkumların pişirmeye alıştığı dev patates yığınları vardı.
Orada ağaç kesme işinde çalıştım. Bu işte çok yetenekli bir hale geldim ve daha sonraları da ne zaman hayatımı kazanmak için fiziksel bir iş yapmam gerekse bu yeteneklerimi kullandım. Nitekim ileride bir orman işçisi olacaktım. Yaptığım bütün bedensel işler içinde –ki pek çoğunu yaptım- beni en fazla cezbedeni bu oldu. 1948-1949 kışının tamamını ağaç kütüklerini kesip satmaya götürerek geçirdim. Ağaçları yakıt için kesiyorduk. El ile, bir metre uzunluğunda kesilmeleri, yarılmaları ve istiflenmeleri gerekiyordu. Doldurmamız gereken günlük bir kota vardı. Her tarafta odun bulunduğundan, ateş yakıp patates pişirebiliyorduk. Bu sayede mahkumiyetimin son altı ayını, udbahsi’lerin hedeflediğinin aksine, çok rahat geçirdim. Mahkumiyetim tamamlandığında 24 yaşımdaydım ve sağlığıma tekrar bütünüyle kavuşmuştum. Ne kadar iyi olduğumu gördüklerinde ailem sevinçten gözyaşlarına boğuldu. İnsanlar başka bir şeye niyet etmişlerdi; fakat Allah tümüyle farklı bir şey ihsan etmişti.
Mahkumiyetimi tamamladıktan kısa bir süre sonra, 18 yaşımdan beri tanıdığım bir kızla evlendim. Halide çok güzeldi; ki aynı şey benim için söylenemezdi. Savaş sırasında tanışmıştık ve hava saldırısını haber veren sirenler ne zaman çalsa bir araya gelirdik. Ve bu giderek daha sık oluyordu; çünkü İtalya’daki üslerinden öncekinden daha kısa aralıklarla -bazen gün içinde birkaç kez- havalanan İngiliz Hava Kuvvetleri’ne bağlı uçaklar Macaristan’daki hedefleri bombalamaya giderken Saraybosna üzerinden uçuyorlardı. Bazı zamanlar öldürücü yüklerini kentin üzerinde düşürüyorlardı. İnsanlar panik halinde mahzenlere ve hava saldırısı sığınaklarına doğru kaçışırken Halide ile ben, bize hiçbir şey olmayacağından emin, bir taşın ya da en yakındaki bir bankın üzerinde otururduk. Kuşkusuz ikimiz, kentte hava saldırısı sirenlerini duyduğunda mutlu olan yegane kişilerdik.
Ben üç yıllık mahkumiyetimi geçirmekte iken, birbirimize, içinde sevgiden sonra en sık sonsuzluk -insanların önemsemeksizin ve sorumsuzca kullandığı bir sözcük- kelimesinin geçtiği tutku dolu mektuplar yazmayı sürdürdük. Düşünüyorum da, hapishanedeki sansürcülerim, kulağa hoş gelen sözcüklerle dolu mektuplarımızı okurken oldukça eğlenmiş olmalılar. Ama bu bizi rahatsız etmedi. Ayrılık ve ıstırapların ancak daha da güçlendirebildiği duygularımızın dizginlerini bırakmıştık.
Bir kadının güzelliğini ilk fark ettiğimde 7 ya da 8 yaşındaydım. Bir erkek çocuk olarak ziyaretlerinde anneme eşlik etmeyi alışkanlık haline getirmiştim; böylece tek başına dönmek durumunda kalmayacaktı. Bir keresinde beni, yaşlı bir bula’nın (kadın hoca) evindeki, dini bir evliliğin bir kısmını oluşturan gece seremonisinin, yani nikahın kıyılacağı bir düğüne götürdü. Gelin çok güzeldi ve dahası, başının üzerindeki beşibiryerdeler ile süslenmişti. Bana çok büyüleyici göründü ve gözlerimi ondan alamadım. Bu saf bir hayranlık mıydı? Daha sonra bunu yeniden hatırladığımda rahatsız edici bir suçluluk duygusuna kapıldım.
Evliliğimden sonra ailenin kadın üyeleri tarafından daha önce hiç olmadığı kadar çevrelenmiştim. Eşim Halide’den başka, kızlarım Leyla ve Sabina ve onların ardından da beş kız torunum geldi: Yakın aile çevremde o latif cinsin tam sekiz üyesi bulunuyordu. Kadınların yaşama tarzlarını ve karşılaştıkları sorunları anlamaya başladım. Erkek olduğum için Tanrı’ya şükran borçluydum ve kadınlara, yani insanlığın daha az şanslı olan kısmına karşı bir dayanışma borcum varmış gibi geliyordu.
İlk torunum Selma 24 yıl önce doğdu. En derin hisleri bu çocuğa karşı duymuşumdur. Bu küçük varlığa karşı, daha önce ve daha sonra hiç kimseye beslemediğim hislere sahiptim. Onunla ilgili muhabbetli ve komik bir anım var. Libya’ya seyahat etmem ve orada iki hafta kalmam gerekmişti. Kızım, damadım ve henüz iki yaşında bile olmayan küçük Selma deniz kıyısına gitmişlerdi ve onları iki hafta boyunca görmemiştim. Şimdi yurt dışına gitmek zorundaydım ve Selma’yı bir-iki hafta daha göremeyecektim. Benim için bu tümüyle kabul edilemez bir durumdu. Eşimi Libya’ya gitmeden önce, Selma’yı görmek için günübirliğine sahile gitmemiz ve Saraybosna’ya geri dönmemiz gerektiğine ikna etmeye çalıştım. O zaman Halide’nin -ve de haklı bir nedenle- nasıl öfkelendiğini hatırlıyorum: Önce bir trene binmemiz, sonra kaldıkları adaya gemiyle geçmemiz ve oradan da otobüs olmadığı için yola atla devam etmemiz gerekiyordu ve o gün çok sıcak bir yaz günüydü. Kendilerine deliliğin bulaştığı insanlar, mutludurlar. Ben de onlardan biri olduğumu düşünüyorum.
1949’da serbest bırakılmam üzerine, önde gelen mensuplarından biri olan rahmetli Hasan Biber kanalıyla yeniden Genç Müslümanlar Örgütü’ne katıldım. Hasan önceleri bana önemli işler vermedi. Benden, daha sonraları gizlice dağıtılan Mücahit dergisine yazılar yazmamı istedi. Hasan’ı 40 günden daha az bir süre görebildim çünkü 11 Nisan’da tutuklandı. Sonraları, sorgu sırasında Hasan’ın benim örgütle yeniden bağlantı kurduğumu itiraf etmesi için ağır baskılara maruz bırakılmış olduğunu anladım. Eğer bunu yapmış olsaydı, yeniden ve bu sefer daha uzun süreyle ağır iş cezasına çarptırılacaktım. Ancak o sağlam durdu ve onlara bu konuda hiçbir şey bilmediğini söyledi. Diğerleri de bir şey bilmediklerini söylediler ki, onların durumunda bu doğruydu. Hasan Biber Haziran 1949’da yargılandı; ölüme mahkum edildi ve Ekim’de kurşuna dizildi. Bu yargılama, Ocak 1949’da Mostar’da örgüte yapılan bir saldırı ile başlayan, Bosna çapındaki kitlesel tutuklamaların eşlik ettiği bütünsel gösterinin bir parçasıydı. Gizli dosyalar ve zabıtlar ele geçirildi. Bunu Zagrep’teki öğrencilerimizin büyük bir kısmının tutuklanması izledi ve Haziran-Ağustos 1949’da yapılan Saraybosna yargılamasının en geniş kapsamlısı ve trajiği olan bir dizi yargılamaya yol açtı. Kısa bir süre sonra, bugün hâlâ hayatta olan bir öğretmen; iyi dostum ve ortağım Eşref Campara Saraybosna’da tutuklandı ve dört yıl ağır işe mahkum edildi. Bu onun ikinci hapis cezasıydı; çünkü 1946 yargılamasında da benimle birlikte mahkum edilmişti. Bu yıllar boyunca yapılan yargılamalardan çıkan mahkumiyetleri topladığımda, Genç Müslümanlar’ın birkaç bin yıl hapse mahkum edilmiş olduğunu düşünüyorum. 1949-1951 yargılamalarıyla birlikte örgüt tamamıyla tahrip edildi; bütün önderleri hapisteydi. Kalanlar da ya kaçmışlardı ya da gizleniyorlardı. Sonuç olarak örgütün artık mevcut olmadığı bir vakıaydı. Geride, düşünceyi yalnızca birey olarak kendi içlerinde besleyip büyütmeye devam eden üyeler kalmıştı. Dostlar yine buluşacaklardı, ama çok dikkatli ve sakıngan bir biçimde. Örgütlü faaliyetlerin ise sonu gelmişti.
Komünistler, halkın gündelik yaşamını olduğu kadar yönetimi örgütlemek konusunda da zor günler geçiriyorlardı. Zihinleri siyasal muhalifleriyle her zamankinden fazla meşguldü. Sistemin doğası Çin’den Yugoslavya’ya kadar buydu. 1949 baharında hapis cezasını tamamladığımda -savaşın bitişinden dört yıl sonra- Saraybosna’yı çok yoksullaşmış buldum. Ülkenin her yanında durum aynıydı. Şehri ilk görüşümü ve nasıl dehşete düştüğümü çok net hatırlıyorum.
Dergimizde yayımlanan Aliya İzzetbegoviç’in hatıraları sonbaharda KÜRE Yayınları tarafından okuyucuya sunulacaktır.
Paylaş
Tavsiye Et