Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Dosya
Pax Romana’dan Cemiyet-i Akvam’a Düzenin yatışmayan yapısı
Fatma Sel Turhan
“ULUSLARARASI düzen” bize modern zamanları çağrıştırsa da, bu yaşlı dünya, kavrama hiç yabancı değil. Pax Romana’dan, Nizam-ı aleme, Westphalia’dan Viyana Konferansı’na, Paris Antlaşmaları’ndan Cemiyet-i Akvam’a insanlık, barışı sağlayacak ve sürekli kılacak bir çözüm peşinde koştu.
 
Küreselleşmenin Tarihî İlk Ayağı: Pax Romana
Tarih M.Ö. 44, 15 Mart sabahı. Roma’nın büyük imparatoru Julius Sezar, Roma Senatosu’nun önde gelen bazı üyeleriyle birlikte bir tezgaha kurban gider. Sezar’ın kendisini Roma diktatörü ilan etmesinin üzerinden henüz bir ay geçmemiştir ve belli ki suikastın sebebi karara duyulan kızgınlıktır. Sezar’ın öcünü almak için harekete geçen “üçler grubu” Antonius, Lepidus ve Octavius’un içinde, yıldızı en çok parlayan üçüncüsü olur. Antonius Octavius’un kız kardeşiyle evlenir; ancak Cleopatra ile gizli bir evlilik yapmaktan da geri durmaz. Octavius ise kardeşinin öcünü Actium Savaşı’nda bu ikisini bozguna uğratmakla alır. Günümüzün paparazzi savaşlarını hatırlatan bu mücadele aslında dünya tarihi açısından bir dönüm noktasıdır. Octavius Roma dünyasının tek hakimi olarak, gelecek 45 yıl boyunca imparatorluğu yönetecek ve şüpheyle bakılan nüfuzuna inat Roma müesseselerinin ıslahı ve yenilenmesi için var gücüyle çalışacaktır.
Octavius için asıl başarı M.Ö. 27’de bir Ocak günü, Roma Senatosu’ndan ‘Augustus Sezar’ ismini almasıyla gelir. Hikmet tabii ki bu isimde değil; Octavius’un senatoyu, onu “Sezar” yapacak kadar kendisine bağlamasındadır. Bu sayede Octavius “eşitler arasındaki ilk” ve “ülkenin babası” olur. Kurduğu sistemle Roma’nın sınırlarını genişletir, göçebe kavimlerin ilerleyişini lejyon sınır karakollarıyla durdurur ve uzak eyaletlerdeki isyanları bastırır. Pax Romana adıyla anılan sistem 200 yıldan fazla bir süre dünyayı dize getirmeyi başarır. Sırtını Helenizmin güçlü felsefî birikimine dayayan Pax Romana’nın başarısı, tüm dünyayı tek bir şehir gibi düşünmesinde yatar. O güne değin hiçbir otorite gücünü ve ideallerini kent-devletlerin ötesine çıkaramamışken Romalılar için imparatorluk, dünyanın bir başka adıdır.
 
Dünyaya Nizam-ı Alem’le Gelen Adalet
Ne ki her beşerî güç gibi Pax Romana da ölümsüz değildir. Roma’nın yıkılışı devletin birliğini kaybetmesiyle başlar. İkiye bölünen devletten Doğu parçası, varlığını 1453’e kadar devam ettirirse de, güç artık İslam dünyasındadır. Uygarlığın Atlas Okyanusu’ndan Pasifik’e global bir nitelik kazanmasının ikinci aşaması İslam dünyası eliyle olur. Osmanlı ile birlikte bir imparatorluğa dönüşen güç, artık yeni bir dünya düzeni oluşturacak kadar büyümüştür.
Osmanlı’da yeni dünya düzeninin adı nizam-ı alemdi. Osmanlı sistemine göre devletin temel görevi halk arasındaki düzeni sağlamaktı. Bunun yolu da insanlar arasında adaleti gözetmek ve sürekli yaşanacak ahengi tesis etmekten geçiyordu. Osmanlı’nın dört direği; ‘anasır-ı erbaası’ olan ilim ehli, savaş ehli, tüccar-esnaf-zanaatkâr ve çiftçi arasında yardımlaşmayla oluşan bu dengeler sistemi dünyada uzun yıllar İslam düzenini hakim kıldı. “Adalet dünyanın kurtuluşunun anahtarıdır. Dünya, duvarı devlet olan bir bahçedir. Devleti düzenleyen şeriattır. Hükümdar olmadan şeriatı korumak mümkün değildir. Askersiz hükümdar hakimiyet kuramaz. Mal olmadan hükümdar asker toplayamaz. Malı toplayacak halktır. Halkı padişaha kul eden ise adalet…” Osmanlı sistemine hakim olan bu adalet döngüsü; “daire-i adalet” yeni bir dünya düzeni yaratmanın anahtarıydı. Ta ki halkaları tutan bağlar zayıflayıncaya ve zincir dağılıncaya dek…
 
Yeni Bir Düzene Doğru: Westphalia Barışı
İslam dünyası Altın Çağı’nı yaşarken Avrupa uzun ve yıkıcı din savaşlarıyla boğuşur. 1500-1648 arasındaki dönem, Avrupa topraklarının monarşik yapıdaki birçok devlet tarafından parça parça edildiği yıllardır. Bu yamalı bohçayı birleştirme çabaları yeni savaşlar üretir ve savaşlar yeni parçalanmaları... Paradoksal yapıya, artık monarkların elinde oyuncağa dönen Katolik Kilisesi’nin katkısı da büyüktür. Martin Luther’in 1517’de kiliseye yönelttiği 95 maddelik eleştirisini Wittenberg’deki kilise kapısına asması halkın Katolik Kilise’sine olan kinini harekete geçirir. Luther tarihin yönünü değiştirecek adımı attığının farkında mıdır, bilinmez ama İmparator Şarlken’i karşısına alarak giriştiği bu mücadele yeni savaşların fitilini ateşler.
Otuz Yıl Savaşları’nın karmaşık bir hal alacağı ve bir savaşlar dizisine dönüşeceği daha başından bellidir; nitekim öyle de olur. Bir yandan Katolik ve Protestanlar arasındaki mücadele, diğer taraftan Kutsal Roma İmparatorluğu ile bağımsızlık savaşı veren monarklar arasındaki çatışma Avrupa’yı kan gölüne çevirir. Fransa Otuz Yıl Savaşları’ndan bütünlüğünü sağlamış olarak çıkar; ama Almanya üç yüz parçaya bölünen yapısıyla onun kadar şanslı değildir.
Savaşları bitiren Westphalia Antlaşması sadece Avrupa değil, dünya tarihi için de bir dönüm noktasıdır. 24 Ekim 1648’de imzalanan barışı hazırlayan konferans Avrupa’nın ilk büyük konferansıdır ve en önemli özelliği, daha önceki uluslararası toplantılar dini nitelikteyken, Westphalia’nın devlet, iktidar ve savaş sorunlarının tartışıldığı ilk laik konferans olmasıdır. Öyle ki konferansa gelen Papalık temsilcisi dinlenmediği gibi, metin de Papa’ya imzalattırılmaz. Bu anlamda Westphalia, uluslararası sistemin doğuşunu ifade eder. İlk devlet kavramı bu antlaşmayla ortaya çıkar ve artık Avrupa ulus-devletlerden müteşekkil bir yapıya doğru ilerler.
 
Napoléon Tehdidine Avrupa’dan Cevap: Viyana Konferansı
Napoléon’un Avrupa’da yeni bir Sezar edasıyla giriştiği tek güç haline gelme faaliyetleri, aslında birbirleriyle çatışan ideolojilere bağlanmış iki devlet adamını bir araya getirir: İngiliz Dışişleri Bakanı Castlereagh ile Avusturya Başkanı Metternich. Bu iki devlet adamının girişimleriyle toplanan Avrupa devletleri 1815’teki Viyana Kongresi’nde Avrupa’nın yeni durumunu tartışırlar. Her ne kadar tüm Avrupa ülkelerinden rağbet olsa da, Kongre’ye egemen olan ve nihai kararları alan yine dört büyük devlet olur; İngiltere, Avusturya, Rusya, ve Prusya. Kongre’nin ortak kararı Avrupa özgürlüklerinin korunmasıdır. “Avrupa’da hiçbir güç, diğerini ezecek şekilde güçlen(diril)meyecektir.” Metternich’in bu ‘Denge Siyaseti’ Kongre’ye damgasını vurur ve diplomasi dili bundan sonraki Avrupa’nın kaderini çizer. Viyana Kongresi, Westphalia Barışı ile Paris Barış Antlaşmaları arasında, 1648’den 1918’e, en geniş ve köklü değişiklikler getiren uluslararası diplomatik toplantıdır.
 
Güç Dengesi Değişiyor
19’uncu yüzyılın göreli barış dönemi olması, bu güç dengesi sisteminde yatar. Napoléon’u alt eden; üstün devlete karşı koalisyon oluşturma eğilimi “Avrupa Uyumu”nu kıtada hakim kılar. “Bir devlet belirli bir toprak parçasını eline geçirip genişlemediği sürece, güç dengesi devam eder.” Avrupa Uyumu’nun bu şiarı tabii ki sömürgeler için geçerli değildir. Öteki devletlerin rızası alınarak elde edilen topraklar denge sistemini bozucu addedilmez. Üstelik bu durum 1885’teki Berlin Konferansı’yla yasal bir hak haline de getirilir. Daha önce Afrika’daki sömürge girişimlerinde “sözlü işgal” ilkesine göre hareket eden Avrupa, bu konferansla “fiili işgal” ilkesini benimser. Bir devletin belirli bir toprak parçasında egemenlik iddia edebilmesi için o toprağı askerî denetim altına almasını şart koşan ilke Afrika’daki işgallerin kılıfı olur.
Avrupa’da sular durulmuştur; ta ki Bismarck üç devlete savaş açıp, Prusya’nın topraklarını genişletene dek… Söz konusu topraklar Afrika’nın değildir. Üstelik diğer Avrupa devletlerinin rızası da alınmamıştır. Bismarck her ne kadar “Kutsal İttifak” oluşturup Avusturya ve Rusya’yı yanına çekmeyi başarırsa da tehlike kapısındadır. Avrupa yavaş yavaş büyük savaşa yaklaşır.
 
Yeni bir Sisteme Doğru: Paris Antlaşmaları
I. Dünya Savaşı Avrupa’nın dünya politikasındaki üstünlüğünün sonunu getirir. Kıtada Viyana Kongresi’yle oluşturulan denge I. Dünya Savaşı sonunda yenilenemez. Savaştan sonra toplanan Paris Konferansları kendi kendine yeterli bir Avrupa’nın kurulmasının artık olanaksız olduğunu gün yüzüne çıkarır. Almanya’nın mutlak yenilgisi, ABD’nin ezici üstünlüğünün de başlangıcını işaret eder. 1918 yılına gelindiğinde Avrupa, dünya üzerindeki başat hakimiyetini kanatlarındaki iki büyük güce, ABD ve Rusya’ya kaptırır.
Paris Barış Konferansı’nın sonunda imzalanan antlaşmalar yeni bir düzenden çok düzensizliği getirir. İmparatorlukların yıkılması Avrupa’da büyük bir güç boşluğu yaratır ve bu boşluk yeni çatışmaları… Böylece bir savaşın sonu diğerinin başlangıcını hazırlar. Versailles Antlaşması Alman tehdidine son vermek için hazırlandığı halde, Almanya’nın militarist ve saldırgan bir devlet olarak sivrilmesini önleyemez.
 
Cemiyet-i Akvam Nasıl Başarısız Olur?
Evrensel nitelikli bir uluslararası örgütlenme ihtiyacı I. Dünya Savaşı’nın sonunda açıkça hissedilir. Cemiyet-i Akvam’ın kuruluş belgesi niteliğindeki “Milletler Cemiyeti Misakı”, Paris Barış Konferansı’nda bu sebeple hazırlanır ve antlaşma metinlerine eklenir. Böylece örgüt dünya barışının kurulması ve korunması amacıyla oluşturulur ama önemli birşey ihmal edilerek: Galip devletler dışındaki ülkelerin de fikrini almak.
Misak hükümlerini yerine getirebilecek yetki organlarının yokluğu ve geniş bir katılımın olmaması cemiyetin etkisini giderek azaltır. Üstelik ABD gibi, I. Dünya Savaşı’ndan sonra kurulan güç dengesinin temel dinamiğinin örgüte girmeyişi cemiyeti güçsüz bırakır. Almanya, İtalya, Sovyetler Birliği ile Japonya zamanla örgütten ayrılır. II. Dünya Savaşı’nın çıkışına engel olunamaması ise örgütün sonunu getirir.

Paylaş Tavsiye Et