HER işaret, sembol olarak bizatihi kendisine değil; belirli bir durum veya eyleme delalet eder. Her bir kavram da delalet ettiği nesneyi ortaya çıkarırken diğer bütün nesneleri örter. Bütün bunların nedeni ise işaret ve kavramlarla iş gören insanın nutkiyetidir [düşünen/konuşan bir canlı olmasıdır]. Bu gerekçeyle öncelikle kadîm kültürümüzde kullanılan ve hâlâ kullanılmaya devam eden ‘nizam-ı âlem’ terkibini oluşturan nizâm ile âlem terimlerini açıklamak; daha sonra da bu terkibin delalet ettiği muhtevayı belirlemek gerekir.
Nazm sözlükte, incileri bir ipe dizmek anlamına gelir. Terim olarak ise, bir şeyi/şeyleri aklın gerektirdiği, zorunlu kıldığı başka bir şeye delalet edecek şekilde tertip etmek demektir. Âlem’in sözlük anlamı, bir şeyin kendisiyle bilindiği şeydir. Terim olarak ise Tanrı’dan başka her şeydir; öyle şeyler ki onları bilmek Tanrı’nın var-olanlarda tecelli eden isimlerini ve sıfatlarını bilmeye götürür. Ancak nizam-ı âlem terkibinde kullanılan âlem, yalnızca Tanrı’nın tecelligâhı olan maddî âlem anlamına gelmez. Aynı zamanda varlığı ilkece insanın nutkiyetinden kaynaklanan ‘sosyal gerçeklik’ [içtimaî âlem] anlamına gelir.
Öyle ise elimizde iki âlem ve iki nizam var. Birincisi maddî âlem ve bunun düzeni; ikincisi ise sosyal gerçeklik ve bunun düzeni. Maddî âlemin nizamı ‘ilahî’ bir içeriğe sahip olmasına karşın insan aklının idrak edebileceği şekilde tertip edilmiştir; ve bir bütün olarak Tanrı’ya delalet eder. Sosyal gerçeklik de köklerini insan nutkiyetinde bulduğundan akla uygundur ve bir bütün olarak insana delalet eder; başka bir deyişle bu anlamdaki nizam-ı âlem bizatihi insandır. Dikkat edilmesi gereken noktanın bir defa daha vurgulanması gerekir ise, her iki nizam-ı âlemde ortak olan özellik ‘akla uygun’ ve dolayısıyla insan tarafından ‘idrak edilebilir’ olmalarıdır. Başka bir deyişle maddî âlemin nizamına ilişkin ‘kurallar’ Tanrı tarafından konmuştur ve bizatihi maddî âleme içkindir. Ancak bu kurallar maddî âlem üzerinde tefekkür eden insan tarafından –nutkiyetteki ortaklık nedeniyle- tespit edilebilir, idrak edilebilir. Fakat bu idrak de en nihayetinde insanın nutkiyetinin, dolayısıyla değer dünyasının imkânlarıyla sınırlıdır ve anlamını değer dünyasından devşirir. Sosyal gerçeklik [içtimaî nizam] ise –şeklî olarak her ne kadar maddî dünyanın imkânlarıyla sınırlı olsa da- insan tarafından inşa edildiğinden, sürekliliği de insana bağlıdır. Başka bir deyişle sosyal gerçeklik insanın nutkiyetinin ve köklerini bu nutkiyette bulan değer dünyasının cisimleşmiş hali olduğundan, maddî dünyayı da belirler, anlamlandırır.
Şimdiye kadar söylenenleri başka ifadelerle dile getirmeye çalışalım. Sosyal bir gerçeklik olarak içtimaî nizam anlamında bir âlem vardır ve bu âlem varlığını insanın eylemlerinde bulur. Yani insanın nutkiyetinden kaynaklanan eylemler aile, devlet vb. şekillerde cisimleşerek, insanın dışında, maddî gerçeklik kazanır. Bu gerçeklik bazı ilkelere göre inşa edilir ve bu ilkelere göre yürürse ‘nizam’ını korur; yürümez ise bozulur. Kısaca nizamın devam etmesi insanların eylemlerine bağlıdır. Çünkü nizam verili değildir; insan gayretiyle kurulur, elde edilir; dolayısıyla devamı da yine insanın gayretine bağlıdır. Bu açıdan nizamın tesisi ve devamı insanın imkânlarıyla sınırlıdır. Öte yandan bu âlemin varlığının insanın eylemlerine bağlı olması insanı özgür ve sorumlu bir varlık kılar. Çünkü insan nizam-ı âlemi oluşturur; bu nizam içerisinde hayat sürer ve bu nizamın sürdürülebilmesi yine insanın eylemlerine bağlı kalır. Bundan dolayı tab’an medeni olan insanın toplum içerisinde kendisine en uygun işi üstlenerek yerine getirmesi kurulan nizamın devamı için elzemdir.
Bu noktada şöyle bir soru sorulabilir: Sosyal gerçeklik olarak nizam-ı âlem ne tür ilkelere göre inşa edilir? Her şeyden önce sosyal gerçekliğin inşasında insanın hayvaniyet [canlılık] yanı nutkiyetine bağlı olarak şekillenir. İnsanî eylemler ahlaki ilkelerini ise mensup olduğu dünya görüşünden [köklerini nutkiyette bulan dinlerden ve ideolojilerden] alır. Dolayısıyla bir sosyal düzen kendisine göre kurulduğu, maddi bir gerçeklik kazandığı dünya görüşünün ahlakî ilkelerine göre biçimlenir. Eylemler bu ilkelere dayanırsa nizam sürer, dayanmaz ise yıkılır. Din ile ideolojiler [dinleşmiş beşerî görüşler] insana hayatın anlamına ilişkin ve bütüne yönelik küllî kavramsal bir çanak verirler.
Selçuklu-Osmanlı çizgisinde seyreden kadîm felsefe-bilim anlayışımızda bir siyasî ve içtimaî yapı olarak nizam-ı âlem, insanın dışında, kendi başına var-olan bir yapı değildir; tersine beşerîdir. Bu yapının kendisine göre kurulduğu temel ilkeler kaynağını, dolayısıyla meşruiyetini belirli kişilerin ya da sınıfların gücünden değil, bizzatihi ha-ber-i sadıktan alır. Buna göre dinî (teolojik) bağlarını kaybeden bir nizam-ı âlem anlayışı, zamanla ahlakî ilkelerini de kaybedeceğinden yeryüzünde nizamı tesis eden değil, yok eden bir tavır kazanır; böyle bir tavır saadeti değil, şekaveti hakim kılar. Bu çerçevede nizam-ı âlemi yalnızca ‘cihan hakimiyeti’ olarak anlamak doğru değildir. Çünkü amaç cihana ahlakî ilkelere uygun ‘bilgi’ ve ‘adalet’e dayanan bir düzen kazandırmaktır. Bilgi ve adaletin hakim olduğu [nizam] bir âlemde ise insan saadeti yakalayacaktır. Çünkü mülk, ‘küfr’ üzere baki kalır; ‘zulm’ üzere baki kalmaz; ancak her iki halde de temelinde bilginin olmadığı, seyrinde bilginin bulunmadığı âleme nizam uğramaz.
Öte yandan nizam-ı âlem insanların eylemlerinin cisimleşmiş hali olduğundan, beşerî olduğundan eskir, değişir, başkalaşır, gelişir, yenilenir. Ancak nizamın metafizik ve ahlakî ilkeleri esas itibariyle vahye dayandığından sabittir. Devlet bu nizamın devamı için, yine insanların kurduğu [mülk ü millet]; ancak olmaz-ise-olmaz bir şarttır ve bizatihi hem insanın tabiatının medeni olmasından, hem de dinin ya da dinleşmiş ideolojinin içeriğinden kaynaklanır [din ü devlet]. Bu anlamda tarihte nizam-ı âlem, ‘devletin birliği’ olarak da anlaşılmıştır.
Selçuklu-Osmanlı çizgisinde nizam-ı âlemin sahih bir şekilde kurulması ve sürdürülmesi, düşünürler [hukema], bilginler [ulema] ve ariflerin [urefa] vazifelerini yerine getirmeleriyle mümkündür. Çünkü Müslüman bir insanın, içerisinde yaşadığı nizam-ı âlemin ilkeleri ‘Kitap ile Sünnet’le verilmiş; sürdürülmesi ise hukukla sağlanmıştır. Öte yandan bilgi ve adalete dayanan bir düzen ancak bu üçlünün gayretleriyle mümkündür. Elbette bir bütün olarak nizamın ahvali ile bu nizamı kuran ve sürdüren insanların ahvali arasında karşılıklı bağlar vardır. Çünkü nizamdaki değişiklikler insana, insandaki değişiklikler de nizama tesir ederek değişime ve hatta dönüşüme neden olabilirler. Nitekim Akhisarlı Hasan Kâfî’nin işaret ettiği üzere nizam-ı âlemin dört unsuru vardır: Yöneticiler, bilginler, çiftçiler ve tüccar. Bu dört unsurun varlığı şart olduğu gibi, aralarında bir uyum olması da sağlıklı iş görmeleri açısından elzemdir. Uyum hiç şüphesiz her bir unsurun kendilerini aşan, nizamın dayandığı ahlakî ve hukukî ilkelere uymasıyla sağlanır.
Kadîm kültürümüzde yalnızca maddî âlem üzerinde sosyal bir gerçeklik olarak içtimaî bir nizam kurmak yeterli değildir; bizatihi ilahî nizama uygun yaşamak da önemlidir. İlahî nizam büyük âlemde [makro kosmos] sünnetullah [tabiat], küçük âlem olan insanda [mikro kosmos] da fıtrat [tab’] olarak tecessüm etmiştir. Böyle bir ilke hem çevreyi, doğayı tahrip etmeyi, hem de insanın fıtratını tahrif etmeyi engeller. Bu açıdan nizam-ı âlem için yalnızca ‘bilmek’ yetmez, ‘eylemek’ de gerekir. Çünkü ‘eylemek’ hem bir bilgi kaynağıdır [dolayısıyla bilmeyi artırır], hem de bir bilme tarzıdır. Başka bir deyişle, yalnızca eyleyenler bilir ve bilenler eyler.
Paylaş
Tavsiye Et