İSLAM toplumu 17’nci yüzyıla kadar, dünya anakıtası niteliğindeki Afro-Avrasya’da en yaygın konumuna ulaşarak diğer medeniyetleri kuşatıcı ve onlara yön verici oldu. Bu, İslam medeniyetinin merkezî konumuyla, çok kültürlülüğe müsait kozmopolit, eşitlikçi ve esnek yapısından kaynaklanıyordu. Merkezî konumla bütünleşen bu evrensel söylem diğer medeniyetler arasındaki etkileşimlerin de tetikleyicisi oldu. Öyle ki; daha önce birbiriyle yoğun etkileşim içerisine girmemiş Hind, Çin, Yunan, Akdeniz ve Afrika medeniyet havzaları İslamın nüfuzuyla birlikte yeni etkileşimlere açıldı. Böyle bir rol sayesinde İslam toplumu ve kültürü modern döneme kadar uzanan devamlı bir yaratıcılık ve gelişmeye sahne oldu. İslam coğrafyasının medenî zenginliği iki koldan sürekli gelişti: İslam dünyası bir taraftan diğer medeniyet havzalarına erişip nüfuzunu o bölgelere aktarırken, diğer taraftan girdiği etkileşimle elde ettiği birikimleri bünyesine taşıma imkanı buldu.
Bu yönüyle İslam medeniyeti dil, ırk ve coğrafya sınırlandırmalarını aşarak çeşitliliği ön plana çıkaran küreselleşmenin de ilk örneğini sundu. İşte Fas’tan Sumatra’ya, Doğu Afrika’nın Swahili kıyılarından Volga nehri üzerindeki Kazan şehrine kadar, hiçbir ortak tarih mirasına sahip olmayan birçok insanı bir araya getiren; İslam dininin sunduğu bu ortak sembol ve kavramlar dünyasıydı.
İslam Dünyasına Yönelen İki Önemli Tehdit
17’nci yüzyıla kadar geçen bu süreçte İslam dünyası, medeniyetine karşı gelişen iki önemli tehditle yüzleşti ve onları bertaraf etti. Bunların ilki olan Haçlı Seferleri’nde Batı dünyası 1096’dan 1291’e kadar yaklaşık iki yüzyıl boyunca İslam dünyasını parçalamayı ve zenginliklerini talan etmeyi hedefledi ama bu yüzleşme onlar için hayal kırıklığına dönüştü. Sadece Müslümanların değil, kendi dindaşlarının mallarını da yağma eden bu kontrolsüz yığına Bizans İmparatorluğu’nun cevabı kapılarını kapamak oldu. Yedi Haçlı Seferinin içinde dördüncüsü Haçlıların maksadını en iyi ifade edeniydi. Amaçları Kudüs’e gitmek olan Haçlılar başı dertte olan Bizans İmparatorunun ricası üzerine İstanbul’a uğramış; ancak İstanbul’un zenginliğini gördükten sonra “Kudüs’e gitmeye ne gerek var?” düşüncesiyle İstanbul’u yağma etmiş ve kendi Latin Krallıklarını kurmuşlardı. Bu saldırgan ve yayılmacı üslubuna rağmen Haçlı Seferleri medeniyetsel bir hakimiyet kapasitesinden hayli uzaktı. İslam dünyasıyla yaşadığı bu yüzleşme Haçlılara, daha ileri düzeydeki bir kültürün bilgisini Avrupa’ya taşıma imkanı verdi. Doğu’nun kendilerinden daha gelişmiş olduğunu görmekle hayrete düşen Haçlılar, İslam medeniyetinin üstünlüğünü kabul edip geri çekilmek zorunda kaldılar.
İslam medeniyetini yok etmeye yönelik ikinci önemli tehdit, doğudan başladığı ilerlemesinde önüne çıkan her şeyi yok eden Moğol istilasından geldi. Amuderya’dan Suriye’ye kadar uzanan topraklarda Moğol istilasının yaydığı tehdit, bölge sakinlerini korkulu bir bekleyiş içine sokmuştu. Moğol gücünün göstergesi, bütün şehirleri yakıp-yıkma arzusuyla baş tacı edilen zulümdü. Bu zulüm iştiyakı Moğolları, kesik insan kellelerinden muazzam kuleler inşa etmeye kadar götürdü. Ancak bu saldırgan retorik de kuşatıcı bir medeniyet oluşturma kapasitesinden çok uzaktı ve zamanla İslam medeniyetinin fikrî, manevî ve kültürel birikimi Moğolları etkileyerek İslama kazandırdı. 16’ncı yüzyıldaki üç imparatorluk; Anadolu ve Balkanlarda odaklanan Osmanlılar, Bereketli Hilal ve İran dağlarındaki Safeviler ve Hindistan’ın kuzeyindeki Babürler, Müslümanları siyasi güçlerinin zirvesine eriştirdi. Öyle ki bu dönemde nüfusu en kalabalık ve en kültürlü toprakların büyük bir kısmı İslamın yörüngesindeydi.
Gerek Haçlı Seferleri, gerekse Moğol istilası askerî nitelikli tehditlerdi ve İslam dünyası bu iki meydan okumayla olan yüzleşmesini kazanımla noktalandırabildi. Ancak 16’ncı yüzyılın sonunda Batı’nın iktisadî ve ilmî hayatında yaşanan temel dönüşüm ve bunun zamanla sömürgecilik şeklindeki tezahürü, İslam dünyasında derin bir kırılmaya yol açtı. Bu kırılmanın temel sebebi; önceki iki tehditten farklı olarak Batı’nın küllî bir meydan okumayla İslam dünyasının karşısına çıkışıydı. Batı’nın sömürerek elde ettiği zenginlik ona büyük bir teknik yatırım imkanı sağlıyordu ve bu imkanın sunduğu sanayileşme, karşı konulamaz bir rekabeti… Sonuçta Batılı olmayan toplumların çoğu, bu meydan okumayı bertaraf edemediler. Yok edilemeyen rekabetin tesirinden kurtulmak da mümkün değildi. Bu da ciddi bir medeniyet bunalımını beraberinde getirdi.
Tehditten Bunalıma
Avrupa’da 17’nci yüzyılda kendini hissettirmeye başlayan bu dönüşüm iki yüzyıl sonrasında Batılı halkları, daha önce üç aşağı-beş yukarı benzer süreçleri paylaştığı Afro-Avrasyalı komşularından çok farklı bir düzleme taşıdı. 1800’lü yıllarda Batılı güçler ve onlara ait deniz aşırı kolonileri, dünyanın geri kalanı üzerine hükmetme yarışı içine girdiler. Daha önce birkaç istisna dışında gayrimüslim bir tehdide maruz kalmamış olan İslam devletleri birden bire kendilerini büyük bir savaşın içinde buldular. 19’uncu yüzyılın sonuna gelindiğinde Osmanlı Devleti dışındaki tüm İslam toprakları sömürgeci güçlerin egemenliğine geçmişti. İslam halkları başlarına musallat olan bu sömürgeci güçlerle ciddi gerilimler yaşamaktaydı ve tek dayanak noktaları, Batı’ya karşı gücünü sınırlı ölçüde de olsa koruyan Osmanlı Devleti’ydi. Osmanlı sultanlarının halife sıfatı taşımaları da İslam dünyasının yardım ve himaye çağrılarını onlara yöneltmelerinde önemli bir etkendi. Bu durum çift yönlü bir kader birliğini ortaya çıkarıyordu: Bir taraftan sömürge topraklarındaki Müslümanlar mücadelelerinde başvuru mercii olarak Osmanlıyı görürken, diğer taraftan bu Müslümanların gösterdiği direniş Osmanlıya dayanak oluyor ve yönetimi daha hassas davranmaya teşvik ediyordu.
Pan-İslamizm olarak adlandırılan bu ortak kader bilinci ilk örneğini 1873’de Kaşgar Emiri Yakup Han’ın elçisini İstanbul’a göndererek yardım ve hilafet beratı istemesiyle verdi. Çinlilere karşı verdiği savaştan sonra, 1867’de Doğu Türkistan’da bağımsız bir devlet kuran Yakup Han’ın talepleri kısa sürede İstanbul’dan cevap buldu. Ancak Pan-İslamist çizgi asıl etkisini II. Abdülhamid döneminin siyasi tercihlerinde gösterecekti.
Sömürgeciliğe Karşı Pan-İslamist Siyaset
Sömürgeci güçlerin İslam dünyasına yönelttiği tehditleri aşma çabası II. Abdülhamid döneminin iç ve dış siyasetine damgasını vurdu. Bir taraftan devletin birlik ve bütünlüğünün korunması, diğer taraftan dünyanın her yerinden yükselen yardım çağrılarına cevap bulunması devleti Pan-İslamist siyasete yöneltti. Bu siyaset Müslüman toplulukların sosyo-politik birlikteliğine vurgu yapıyor ve Müslümanları “İslam Birliği” etrafında bütünleştirecek halifelik kurumuna özel bir önem atfediyordu. Batılı güçlere karşı ise denge siyasetini takip eden II. Abdülhamid yönetimi, bir güçten diğerine yaptığı yönelimlerle veya güçleri birbirine düşürmek suretiyle yükselen tehdidi bertaraf etmeye çalışıyordu.
İslam Birliği’ne dayalı bu siyasî söylem, etkisini uzakdoğudaki Endonezya’dan uzakbatıdaki Fas’a kadar tüm İslam topraklarında hissettirdi. Dünyanın dört bir yanına yayılan bu sömürge karşıtı kolektif ruh İslam dünyasını yeni bir coşku ve canlanış içine soktu. Bu canlanışın pratik cephesini İslam topraklarında sömürgeci güçlere karşı verilen savaş; teorik cephesini ise özellikle İstanbul-Mısır-Hindistan hattında odaklaşan, İslam dünyasının yeniden yapılandırılması tartışmaları oluşturuyordu. Cemaleddin Afgani’den Mevlana Ebulkelam Azad’a, İkbal’den Mehmet Akif’e kadar birçok düşünür sömürge karşısında oluşan ortak kader bilincinin yansımaları oldular. Bu süreçte tartışmalara İslamî söylemin hakim olması ve teorik çerçevenin geleneksel bir karakter taşıması şaşırtıcı değildi. Sömürgecilere karşı bir mücadele söz konusuydu ve bu mücadelenin çekirdeğini İslam, hilafet, cihad gibi klasik İslam siyaset düşüncesini şekillendiren kavramlar oluşturuyordu. İslam dünyasında oluşan ortak kader bilinci, ortak bir medeniyet tasavvuru üzerine şekillenmişti.
Sömürgeciliğin Hakimiyeti
Birinci Dünya Savaşı sonrasında Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılması ve 1924’te Halifeliğin kaldırılması İslam dünyasını radikal değişikliklerin ve köklü yüzleşmelerin yaşandığı bir süreç içerisine soktu. Hilafetin ilgası geleneksel siyasal söylemin merkez kaybına uğraması anlamına geliyordu; ki bu 13’üncü yüzyılda Moğol İstilası ile uğradığı kesinti dışında, varlığını 20’nci yüzyıla kadar devam ettiren bir kurumun ortadan kalkması demekti. Bu değişim ile birlikte İslamî siyaset hem uluslararası arenada, hem de İslam dünyası bünyesinde marjinal bir düzleme itiliyordu. Bu anlamda halifeliğin ilgası farklı ülkelerdeki Müslümanlarca, Batı sömürgeciliğine karşı en önemli siyasi direniş merkezinin kaybı olarak yorumlandı.
Birinci Dünya Savaşı sonrasında Osmanlı’nın Doğu Trakya dışında kalan Avrupa topraklarını kaybetmesi İslam dünyasını Afro-Asya nitelikli bir yapıya dönüştürdü. Bu coğrafî daralma; Türkiye, İran ve Afganistan dışında kalan tüm İslam topraklarının sömürgeye dönüştürülmesiyle birleşince ortaya, tarihinde hiç olmadığı şekilde dünya sisteminin edilgen bir unsuru haline gelen bir İslam dünyası çıktı. Sömürge sisteminin yol açtığı edilgenlik sadece siyasetle de sınırlı değildi. Ham madde ve kaynaklarını yönetecek siyasi idarelerin olmayışı, sömürge devletlerini ekonomik edilgenliğe sevk ederek, Batı dışı ekonomik yapılanmayı imkansız hale getiriyordu.
İkinci Dünya Savaşı sonrasında Müslüman ulus-devletlerin oluşumuyla başlayan yeni süreç çift-kutuplu dünyanın parametreleriyle şekillendi. Bu dönemde İslam dünyası geleneksel kimliğini modernite ve sömürgeci miras ile yüzleştirmek ve çift kutuplu dünyanın rekabet ortamında saf tutmak zorunda kaldı.
Paylaş
Tavsiye Et