İSLAM dünyasının jeopolitiği kavramı, Müslüman nüfusun yaşadığı ülkelerin dünya coğrafyasındaki yerlerinin uluslararası ilişkilere ve siyasete olan etkilerini tanımlamak için kullanılan bir kavramdır. İslam ülkelerinin coğrafî konumları, jeopolitik uzmanı Spykman’ın kenar-kuşak teorisinde oldukça merkezî bir yer tutar. Spykman’in “Rimland” olarak adlandırdığı bu kuşak, küresel kara gücü ile küresel deniz gücü arasındaki jeopolitik dengenin belirlenme alanı olan Avrasya kenar kuşağını temsil ediyor. İslam dünyası da Afrika ile Avrasya’yı birleştiren bu merkezî hat üzerinde yer alıyor ve İslam dünyasının Avrasya cephesi Rimland kuşağının en etkin bölgelerini kapsıyor. Fas’tan Endonezya’ya uzanan bir alanda Müslümanlar çoğunluk olarak yaşamaktalar ve bu bölge dünyanın kadim medeniyetlerinin doğduğu yer olarak, dünya tarihinde önemli gelişmelere yön verdi. Bu coğrafya Soğuk Savaş süresince çift kutuplu yapı sebebiyle statik bir denge alanı oldu; ancak Soğuk Savaş sonrasında bu statik dengenin yok oluşu Rimland kuşağı üzerindeki rekabeti de çift kutupluluktan çok aktörlülüğe taşıdı. İslam dünyası olarak adlandırabileceğimiz coğrafyanın jeopolitiği bu gelişmelere bağlı olarak değişmeler gösterdi.
Avrupa devletlerinin sömürge imparatorlukları oluşturma politikaları sonucunda, Osmanlı Devleti hariç İslam dünyasının tamamı 20’nci yüzyıl başında sömürge veya yarı sömürge durumundaydı. Bu nedenle İslam dünyasının siyasi geleceğine dair beklentiler hiç de iç açıcı değildi. Bu dönem 1950’lere kadar devam etti; 1950 sonrasında ise sömürge yönetimlerinin çözülmesi ile nüfusunun çoğunluğunu Müslümanların oluşturduğu devletler bağımsızlıklarını kazanmaya başladılar. İslam dünyası bu tarihten sonra oldukça hareketli bir dönem yaşadı. Ulus-devletlerin İslam dünyasında temel aktör oldukları bu dönemde ekonomik anlamda sömürgeciliğin etkisi hâlâ devam ediyordu. Siyasi yapıların şekillenmesinde de sömürgeci güçlerin mirası önemli bir rol oynamaktaydı. Soğuk Savaş’ın hüküm sürdüğü bu yıllarda ortaya çıkan yeni ulus-devletler çift kutuplu dünyanın iki kampından birinde yer almak ihtiyacı hissettiler. Cumhuriyet yönetimine geçen ülkeler daha çok Sovyetler Birliği ile yakınlaşırken, monarşik rejimlerin ilgisi ABD’ye oldu. Bu ilişkiler belirli bir ast-üst pozisyonunun kabul edilmesi anlamına geliyordu ve bu ilişki ağı içerisinde İslam dünyasındaki ülkelerin ekonomik ve siyasi anlamda bağımsız olmaları mümkün değildi. Bu ülkelerin ekonomik ve siyasi olarak daha bağımsız politikalar izlemesi, İsrail’in kurulması ve sonrasında Arap-İsrail Savaşları ile petrol ambargosuna bağlı olarak yükselen petrol fiyatları neticesinde gerçekleşti. Petrol aslında İslam dünyasının jeopolitiği için 20’nci yüzyılın başından beri önemli bir faktördü; ancak bunun belirginleşmesi için petrol şirketlerinin millileştirilmesi ve petrol fiyatlarının artması gerekmişti.
Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle birlikte iki kutuplu küresel rekabetin yerini bölgesel rekabete terk etmesi İslam dünyasının jeopolitiğini yeni bir dönüşümün içine soktu. Soğuk Savaş sonrası dönem siyasi anlamda insan hakları retoriğinin ve ekonomik anlamda ise ciddi bir küresel rekabetin hakim olduğu dönemdi. Bu yeni dönemde İslam dünyası jeopolitik ve jeoekonomik anlamda çok daha fazla aktörün müdahil olduğu bir rekabetin içine girdi. Dünyadaki stratejik ve ekonomik rekabet daha çok İslam coğrafyası üzerinden şekillenirken, Müslümanlar bundan ciddi şekilde zarar gördüler. Soğuk Savaş sonrası meydana gelen bölgesel pek çok sorunda (Bosna, Kosova, Karabağ, Afganistan, Filistin, Somali, Keşmir, Irak vb.) Müslümanlar mağdur oldu ve İslam dünyası sorunlu bir coğrafya olarak anılmaya başlandı. Gitgide artan sanayileşme, enerji kaynaklarının önemini artırırken, aynı zamanda dikkatleri İslam dünyasına yöneltti. Küresel aktörler tüm dünyada insan haklarına vurgu yaparken, İslam dünyasında daha çok gayrimüslim azınlıkların haklarını gündeme getirdiler. Bu tercih, süregiden ekonomik rekabetin Müslüman ülkeler üzerindeki olumsuz yansımalarıyla birleşince, Müslüman halkların kendi yönetimlerine ve büyük güçlere olan tepkisini artırdı.
Soğuk Savaş sonrası dengelerin hâlâ tam olarak yerine oturmadığı günümüzde dünyanın stratejik ve ekonomik anlamda önemli bir kuşağını temsil eden İslam dünyası özellikle 11 Eylül sonrasında terör kavramıyla beraber anılmaya başlandı. Dünyada yaşanan görece ekonomik gelişme ve insan haklarındaki ilerlemeden Müslüman halklar faydalanamazken, İslam dünyasının jeopolitiği karmaşa ve çatışma alanı olarak tarif edilir oldu. 19’ncu ve 20’nci yüzyılda, ticaret yollarının üzerinde olması ve stratejik açıdan önemli bir bölgeyi kontrol etmesi nedeniyle İslam dünyasının jeopolitiği dünya siyasetinde etkin bir yer tutmuştu. Stratejik enerji kaynaklarına sahip olması, dünya ticaretinin akışını etkileyecek bir coğrafyada bulunması ve dinamik nüfusu gibi yeni jeopolitik yaklaşımın önem verdiği hususlar, İslam dünyasını 21’nci yüzyılda da jeopolitik açıdan en önemli ve hareketli bölgelerden biri yapacağa benziyor. Bugün küresel rekabet İslam dünyasının sahip olduğu coğrafya üzerinden şekilleniyor; ancak Müslüman yönetimlerin edilgen olduğu bir biçimde. Uluslararası ekonomi-politik rekabetteki yoğun gerilim, İslam dünyasını sadece bir rekabet alanı olarak değil; aynı zamanda bir tehdit odağı şeklinde sunuyor. Uluslararası barışı tehdit eden bir unsur olarak tanıtılmaya çalışılan İslam dünyası, buna bağlı olarak bir jeopolitik dışlamaya maruz kalıyor. Küresel rekabetin büyük aktörleri İslam dünyasıyla girdikleri stratejik ortaklıkları ekonomi-politik ortaklıklara dönüştürmekten kaçınıyor. Türkiye’nin Avrupa Birliği başvurusunun sürekli sürüncemede kalması bunun açık bir göstergesidir. İslam dünyasının bu jeopolitik dışlamadan kurtulması, daha etkin, rasyonel ve soğukkanlı bir politika izlemesine bağlıdır. İslam dünyası sahip olduğu jeostratejik ve jeoekonomik zenginlikleri, jeopolitik güç ve öneme dönüştürebilen bir zihniyet gelişimini başarmak zorundadır.
Paylaş
Tavsiye Et