SOĞUK Savaş’ın bitimi ve Rusya’nın süper güçler arasındaki yarıştan küçülerek çekilmesi, Amerika’yı dünya üzerindeki hakimiyeti tartışılmaz bir güç haline getirdi. Ancak bu hegemonyanın uzun süreli muhafazası için İslam dünyasıyla olan ilişkiler büyük önem taşıyor. Zira İslam dünyası hem jeostratejik önemi, hem de enerji kaynaklarına sahip olması bakımından dünyanın kilit unsuru. İslam dünyasının ne Amerika’ya, ne de başka bir global güce karşı meydan okuyabileceği askerî ve ekonomik gücü bulunmuyor; Malezya’da yapılan İKÖ toplantısında da görüldüğü gibi, uğradığı saldırılara karşı tam bir acziyet içinde. Uluslararası hiçbir önemli kurumda Müslümanlar karar alma mevkiinde değiller. Onlar hakkındaki kararlar başkaları tarafından alınıyor ve uygulanıyor. İslam dünyasının İsrail’e karşı çaresizliği ise bu acziyetin en dramatik göstergesi.
Ancak sahip olduğu merkezi coğrafi konum, doğal kaynak zenginliği ve Müslümanların dünya nüfusunun çeyreğini oluşturan son derece genç nüfusu İslam dünyasını global siyasetin merkezine oturtuyor. Ayrıca, global aktörler olarak sayılabilecek Rusya, Çin, Hindistan, Avrupa ve Amerika’nın her birinin bir Müslüman azınlıklar meselesi olması İslam’ın merkezî önemine işaret ediyor. Bugün hiçbir dinî ya da dünyevî ideoloji İslam kadar dünyanın dört bir tarafında uluslararası siyasete etki edemiyor. Bir evrensel ideoloji olarak komünizmin çöküşüyle liberal kapitalizmin zaferi ilan edildiği ve Çin ya da Hindistan gibi ülkelerden Amerika’ya gelen tehditler, kapitalist dünya sisteminin içinde cereyan eden çekişmeler haline dönüştüğü bir sırada İslam’ın verdiği mesaj, Amerikan hegemonyasına evrensel meydan okumayı gerçekleştirebilecek yegâne güç olarak ortaya çıkıyor. Özetle, İslam dünyasının önemi ve gücü Müslümanların reel gücünü aşan faktörlerden kaynaklanıyor.
Kuzey Afrika, Orta Doğu, Güney ve Güneydoğu Asya, Doğu Avrupa ve Orta Asya gibi dünyanın en önemli jeostratejik hatlarının üzerinde yaşayan Müslümanlar, aynı zamanda bu bölgelerdeki eşsiz doğal kaynakların da üzerinde oturuyorlar. Dünya petrollerinin çok büyük bir kısmı Orta Doğu’da; buraya alternatif olarak gösterilen Orta Asya da Müslümanların ağırlıklı olarak yaşadıkları bir bölge. Gelecekte ABD hegemonyasına en ciddi rakip olması beklenen Çin’in, son on beş yıldaki ekonomik kalkınmasını daha fazla sürdürmesi halinde, ortaya çıkacak enerji açlığını bastırabileceği kaynaklar sadece İslam dünyasında bulunuyor. Yine Japonya ve Avrupa, enerji kaynakları açısından Orta Doğu’ya bağımlı durumdalar. Bu açıdan ABD için suyun başını kontrol etmek hayatî önem taşıyor. Amerikalılar bu amaçla, en son Irak savaşında da görüldüğü gibi, bizzat petrol gelirleriyle karşılanamayacak masraflar yapmaktan kaçınmıyor.
Amerika’nın İslam Dünyasıyla İlk Karşılaşması
Amerika, İslam dünyasıyla ilişkilerine Avrupalı sömürgecilerin bıraktığı yerden başladı. İngiltere ve Fransa, Osmanlı topraklarını paylaşmak amacıyla 1916 yılında Sykes-Picot anlaşmasını imzaladılar. Birinci Dünya Savaşı’nın ardından Orta Doğu’nun bazı bölgeleri İngilizlerin (Irak, Filistin ve Arabistan), bazı bölgeleri ise Fransızların (Suriye ve Lübnan) kontrolüne girdi. Ancak İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Almanlar tarafından çökertilmiş ekonomileriyle bu iki ülkenin emperyal güçlerini yeniden tesis etmeleri çok zordu. Emperyalist güçler çareyi, Orta Doğu’yu, kendi kontrollerinde rejimler tesis ederek, bağımsızlaştırmakta buldular. 1945 yılında İngiltere’nin Filistin mandası üzerinde İsrail devleti kuruldu. İngiltere, Orta Doğu’daki kendi nüfuz bölgesinde savaş sonrasında global hegemonyasını ilan eden Amerika’yla birlikte hareket etme kararı aldı. Dolayısıyla Amerika, İngiltere tarafından alt yapısı hazırlanmış ve sınırları çizilmiş bir Orta Doğu coğrafyasını miras almış oluyordu. Fransa’nın giderek Orta Doğu’dan çekilmesiyle rantiye devleti sistemine dayalı bir Anglo-Sakson hakimiyeti tamamen oluşmuş oldu. İsrail ve Suudi Arabistan bu sistemin en merkezinde bulunuyordu. ABD’nin İsrail’e tam desteği, Amerika’daki güçlü Yahudi lobileri tarafından garanti altına alındı. Suudi Arabistan Krallığı ise Amerikan petrol çıkarlarının kanatları altında her türlü denetim ve eleştiriden uzak tutulurken; İran, Irak ve Kuveyt gibi diğer petrol zengini ülkeler Suudi modelinden farklı olmayan bir yapıda dünya pazarlarına petrol akıtmaya devam ettiler.
Amerika Eliyle Güçlendirilen Baskıcı Rejimler
Rantiye sisteminde diktatörlükler sahip oldukları doğal kaynak (petrol) gelirleri sayesinde halkın vergisine muhtaç değildirler. Ancak halkın vergi mükellefiyetinin ortadan kalkması temsiliyetin de ortadan kalkması sonucunu doğurur. Rantiye devletleri meşruiyetlerini halktan almadıkları için sürekli olarak halka karşı kendilerini güvensiz hissederler ve emperyalist ülkelerin ucuz doğal kaynak karşılığında sağladıkları güvenlik desteğine muhtaçtırlar. Amerika’nın Suudi Arabistan’dan Endonezya’ya Soğuk Savaş boyunca koruduğu ve halen korumaya çalıştığı sistem buydu. Amerika baskıcı rejimler altında seslerini çıkarmaları mümkün olmayan halkların ne düşündüğüyle ilgili olmadı ve onların demokratik haklarına kavuşmasından rahatsız oldu. Soğuk Savaş boyunca Orta Doğu’da CIA destekli darbeler ve saray entrikaları vaka-i adiyeden sayılıyordu.
1979 yılında rantiye sistemi ilk darbesini İran’dan aldı ve devrimin başka ülkelere yayılması ihtimali, Amerika’yı Orta Doğu’ya daha fazla askerî bindirme yapmaya zorladı. Irak vasıtasıyla İran denetim altına alınmaya çalışıldı; ama bunun sonucu Irak’ın askeri anlamda bir süpergüç haline gelmesi olmuştu. Bölgede güçlü bir Arap ülkesinin ortaya çıkması en başta İsrail’i korkutuyordu. Nihayet bu ülke, planlı bir şekilde içine çekildiği Körfez Savaşı’yla silahsızlandırıldı. Savaş aynı zamanda, Amerika’nın Suudi Arabistan’a askerî yığınak yapmasına imkan vermişti.
İran devrimi Arap dünyasına hakim olan rantiye devleti sistemini çökertemedi. Bunun bir nedeni, Amerika’nın bölgeyi yoğun bir askerî cendere altında tutmasıysa, diğer nedeni İran’ın sunduğu İslamî modelin Araplar arasında karşılığının olmamasıydı. Zaten İran İslam Devrimi de kısa sürede kendisini millî çıkarlara vurgu yapan bir millî devlete dönüştürmekten alıkoyamadı. Ancak İran devriminin ve ardından Amerikalı diplomatların 444 gün boyunca esir tutulmasının, Amerikan prestijinde etkileri hâlâ hissedilen önemli tahribatlar yaptığı unutulmamalıdır. Devrim, netice itibarıyla başka devrimleri tetiklemedi ama Arap-İsrail savaşlarındaki yenilgiler ve Filistin sorunu karşısındaki çaresizlik yüzünden bozulan bölge halkının psikolojisinde kalıcı etkiler bıraktı. Amerikan karşıtı hisler, başta Suudi Arabistan olmak üzere, ekonomileri Körfez Savaşı’ndan son derece olumsuz şekilde etkilenen Arap ülkelerinde kendisine uygun bir zemin bulmuştu.
Rantiye Sistemindeki İkinci Patlama: 11 Eylül
11 Eylül 2001 rantiye sistemindeki ikinci büyük patlamanın gerçekleştiği gündür. 15’i Suudi kökenli 19 Arap genç eylemci, bu terör eylemiyle rantiye sisteminin en önemli ayağı olan Suudi Arabistan’daki sosyal çatlağı işaret ettiler. Gerçekleştirdikleri yıkıcı eylem toplumsal bir travmanın dışa vurumuydu. Amerika’nın en önemli Uluslararası İlişkiler uzmanlarından Stephen Walt’ın deyimiyle 11 Eylül, Amerika’ya dış politikasının masrafsız (cost-free) olmadığını gösterdi. Ancak bu olay, aynı zamanda dünya sistemindeki önemli bir transformasyonun; küreselleşmenin de hem neticesiydi, hem de göstergesi. Eylemin planlama ve uygulamasına küreselleşme imkan vermişti; eylemin bizatihi kendisi ise güvenliğin askeri bütçelerle temin edilemeyeceği ve güvenlik probleminin baskıcı rejimler sayesinde bir ülkenin sınırlarına hapsedilemeyeceği görüşünün ortaya çıkmasına neden oldu. Nasıl ki, Çin’de ortaya çıkan bir hastalık (SARS) birkaç gün sonra Kanada’ya sıçrayabiliyorsa, Kahire’deki ya da Riyad’daki halkların bunalımını Brooklyn’den uzakta tutmak artık mümkün değildi.
1950’lerin ve 60’ların İslam dünyasında emperyalizme müsait siyasi ve kültürel şartlar (eğitim, iletişim ve ulaşım seviyesinin düşüklüğü) küreselleşme sayesinde köklü bir şekilde yerinden oynadı. Küreselleşmenin kapalı Orta Doğu Arap toplumuna etkisi, Batı’yı zaten tanıyan Türkiye gibi nispeten açık toplumlara göre çok daha fazla oldu. Başta Körfez ülkelerinden olmak üzere devlet burslarıyla Avrupa ve Amerika’ya gönderilen Arap gençleri ilk defa içinde yaşayageldikleri sistemi dışarıdan izleme şansı buldular. Küreselleşme aynı zamanda bütün Arap dünyasında takip edilen ortak bir Arap medyasının ya da kültürel dilin oluşmasına imkan veriyor. El-Cezire ve El-Arabiyye gibi haber ve yorum kanalları kesintisiz müzik ya da film yayınlayan veya dinî yayın yapan Arap televizyonlarını artık izlenmez hale getirdi. Bu iki kanalın yayın haklarına sınırlama getirilen yerlerden biri de, ABD yönetimindeki Irak. Kısacası özelde Arap toplumu, genelde bütün İslam dünyası dünyaya açılırken, bu açılımın Amerika destekli baskıcı rejimlerce engellenmesi toplum ile devlet arasındaki gerilimin tehlikeli boyutlara ulaşmasına neden oluyor.
Amerika’nın Büyük Paradoksu
Amerika açısından ise ortada ilginç ve paradoksal bir durum var: Bir yanda, Amerika’yla bütünleşmiş demokrasi, kişisel özgürlükler gibi kavramların cazibe kazanmasını sağlayan küreselleşme süreci yaşanıyor; diğer yanda ise Orta Doğu gibi dünya petrolünün %70’e yakınını üreten bir bölgenin kontrol edilmesi gerekli görülüyor. ABD’nin bu ikinci amaç için desteklediği rejimler, yine kendisinin kontrol ettiği bir süreç olan küreselleşme sayesinde zayıflıyor ve daha eğitimli, yetenekli, iyi organize olabilen bir sivil topluma karşı güç kaybediyor. Bir bakıma Orta Doğu, Amerika’nın hilafına, esasen sömürgecilik karşıtı bir hareket olan Amerikan Devrimi’nin etkisi altına giriyor. Birinci Dünya Savaşı öncesinde Amerika, kendi devrimini Avrupa’ya ve Osmanlı İmparatorluğu’na satma yoluna gitmişti. O zaman idealizm olarak sunulan bu politikanın bugün tekrarlanması mümkün değil; çünkü artık yeryüzünde ve özellikle Orta Doğu’da bir Amerikan İmparatorluğu bulunuyor. Ancak küreselleşmenin sağladığı imkanlar, Orta Doğu halklarının anti-sömürgecilik ve bağımsızlık duygularını giderek yerleştiriyor. Bir başka deyişle Amerika, İran Devrimi’nin ihracına engel olabilirken Amerikan Devrimi’nin ihracına engel olamıyor.
Amerika İsrail’e verdiği kayıtsız şartsız destekle, Arap rejimlerine sağladığı güvenlikle, Irak’ın işgaliyle, İran’a ve son olarak Suriye’ye karşı uyguladığı ambargolarla, İslam coğrafyasının her köşesinde uygulamaya soktuğu terörizme karşı savaşla İslam’a karşı bir savaş yürüttüğü izlenimi veriyor. Amerika her ne kadar İslam’ı hedef almadığı iddiasında bulunsa da, Müslüman halklar tersini düşünüyor. Amerika’nın Müslüman kamuoyundaki prestiji tarih boyunca ulaştığı en düşük seviyede. Sosyal bilimcilerin en ılımlı İslam modeli olarak gördükleri Endonezya, Amerikan karşıtı siyasî şiddetin en yoğun yaşandığı yerlerden biri haline geldi. El-Kaide sadece Arap dünyasından değil, Endonezya’dan ve Amerikan destekli zorba bir rejimin hakim olduğu Özbekistan’dan da destek bulabiliyor. Özellikle Bush yönetiminin işbaşına gelmesinden sonra ortaya çıkan bu endişe verici çatışma tablosu, birkaç petrol şirketinin yön verdiği dış politika çizgisi terk edilmediği müddetçe süreceğe benziyor. Amerika, tarihî ve iç siyasî nedenlerden dolayı İslam ve İslam dünyasıyla ilişkileri en rahat olabilecek ülkeyken en sorunlu ülke haline gelmiş durumda. Çözüm ise askeri bütçenin artırılmasıyla ve terörizme karşı savaşmakla değil; otoriter rejimler yerine Müslüman toplumları dikkate alan, çıkarlar yerine adalet ve özgürlüğe dayanan bir dış politikayla mümkün olabilir.
Paylaş
Tavsiye Et