“PİYASA ekonomisi, demokratik reformlar ve sivil toplum”. Washington’a gelen üçüncü dünya elitlerinin burada itibar görmesinin gerekli koşulu bu üç kavrama atfettikleri önemdir. Bu kavramların içeriği kadar, mutfağı da önemlidir. Bu yüzden, bu yazının amacı, birinci ve üçüncü dünya elitlerinin -en azından çoğu tarafından- yukarıdaki kavramlar dahil olmak üzere terminoloji dağarcığını oluşturan merkezî Amerikan Üniversitelerini yani akademisini incelemektir.
Büyük devletlerin iç ve dış politikada ulusal çıkarları için bütünleştirici ama aynı zamanda emperyal ideolojilere ihtiyacı yeni değil. Napoleon ve Hitler Rusya’ya; haklara özgürlük propagandasıyla, Ruslar Orta Asya’ya; modernleşme ve bağımsızlık söylemleriyle, Sovyetler de Doğu ve Orta Avrupa’ya kapitalistlerin demokrasisini değil, halk demokrasisini kurma propagandasıyla müdahale etti. İslam ülkelerine gelince; onların kendi elitlerinin yarattığı ve abarttığı iç ve dış tehditleri var. Bu elitler kendi iktidarlarını sürdürmek pahasına, ürettikleri bataklıkta boğulmaya devam ederken, içlerine kadar sokulan karşı-ideolojilere direnecek entelektüel gücü kaybettiler.
Başta Mısır ve Türkiye olmak üzere İslam ülkelerindeki devlet elitleri hâlâ bir asır önceki sosyal-ekonomik durumla bugünü kıyaslayıp avunurken, 1950 yılında aynı GSMH’ye sahip oldukları Güney Kore’den niçin geri kaldıklarını sorgulamıyorlar. Onlar için Türkün Türke, Mısırlının da Mısırlıya propagandası yeterlidir. Ayrıca, demokrasinin ve kurumlarının, örneğin hiçbir İslam ülkesinde yeşermemesi, bu elitlere; dayattıkları sosyal, ekonomik ve politik kurum ve değerlerin evrenselliğini sorgulatmaktan hâlâ çok uzak. Türkiye’deki devlet elitini İslam ve Kürt sorunu, Arap dünyasınınkini de İsrail-Filistin sorunu yeterince meşgul etmektedir. Bu sorunlar bir çözülse, her şey yoluna girecektir; bu halleriyle ‘şu okullar da olmasa Milli Eğitimi ne güzel idare ederdim’ diyen bakana benzerler.
Peki Amerikan akademisinin siyaset bilimi ve uluslararası ilişkiler literatürü İslamı ne şekilde ele alır; İslam dünyasında yaşanan sorunları nasıl değerlendirir ve bunlara ne tür çözümler üretir? İslam dünyasındaki demokratikleşme problemleri akademi camiasında nasıl yorumlanır?
Fundamentalizm-İslam-Demokratikleşme ve Akademi
Siyaset Bilimi, Uluslararası İlişkiler ve Globalleşme konularını işleyen dergilerin İslamla ilgili yazılarında daha çok fundamentalizm konusunun ele alındığını görürüz. Kırsal alandan kente göçmek zorunda kalan ama umduğunu bulamamışların ekmeği gibidir fundamentalizm. Bu ilk grupta “İslamî fundamentalizm” (tanımlar onlara aittir) korku ve aidiyet krizi yaratan globalleşmenin doğurduğu belirsizliğe bir reaksiyon olarak resmedilir. İkinci grupta ise “İslamizm” ya da daha korkutucu bir adla “İslamî fundamentalizm”, aşırı sağ akımlarla aynı kefeye konulur; Yahudi ya da Hıristiyan fundamentalizmlerine benzerliği vurgulanır; ama daha tehlikeli olduğu vurgusuyla. Yahudi ve Hıristiyan fundamentalizmleri demokrasi içinde halledilecek sorunlar olarak görülürken, “İslamî fundamentalizmler” demokrasiyle taban tabana zıt olarak tanımlanır. Bunun için ampirik bir veri yoktur ama olsun; çürümüş Şah rejiminin düşmesi yeterlidir.
Aslında ABD’nin ve akademisinin İslam dünyasındaki fundamentalist hareketlere bakısı hep olumsuz olmamıştır. Soğuk Savaş döneminde ABD, Afgan mücahitlerini Sovyetlere karşı, yine Arap dünyasında İslamî hareketleri milliyetçi-sosyalist örgütlere karşı, Ziya-ül Hak liderliğindeki Pakistan yönetimini Afganistan’ın Sovyetler tarafından işgaline karşı desteklemiştir. Aynı dönemde akademik dergilerde Afganlar özgürlük savaşçısı olarak resmedilir. 1990’larda başlayarak Mısır, Cezayir, Çeçenistan ve Özbekistan’da yayılma alanı bulan İslamî hareketler bu sefer kendilerini ABD’nin karşısında bulur. Bu karşılaşma sonunda terörizm olarak adlandırılmaya kadar gider. “Saldıran Realizm” kitabının yazarı Mearsheimer’ın deyimiyle, liberal konuşup realist düşünen Amerikan kamuoyu ve karar vericiler için İslamî fundamentalizm 1990 sonrasında yeni tehdit olarak yerini almıştır. Özellikle 1990’lı yıllarda İslam fobisi büyük oranda artmış; çoğu zaman da hem akademi, hem de ABD dışişleri soruna yanlış teşhis koymuştur. Rus basınının etkisiyle Çeçenistan ve Özbekistan’daki İslamî hareketlerin hepsi Vahhabizm olarak tanımlanmış; Tacikistan’daki muhalefet partisi olan İslamî Reform Partisi, sırf adından dolayı akademik dergilerde totaliter bir rejimin savunucusu olarak ele alınmıştır. Tacikistan, Çeçenistan ve Özbekistan’daki otoriter rejimlerin yolunu da bu fobi açmıştır.
Latin Amerika’da ve Doğu Avrupa’da aşırı sağ ve solun -siyasi literatür terimiyle-demokratik oyuna katılmaları tavsiye edilirken, Orta Doğu’yla ilgili siyaset literatüründe şu ana kadar demokratikleşme konulu makalelerin sayısı bir elin parmaklarını geçmez. Bunun nedeni ise, Middle East Quarterly’nin editörü ve İslam hakkında olumlu yazan akademisyenler için cadı kazanı kuran Martin Kramer’in iddia ettiği gibi, Orta Doğu uzmanlarının o bölgeden gelmiş olması değil; konuya aktarılan özel bursların ve devlet burslarının çok az olmasıdır (Yeri gelmişken Kramer’in, Amerikan Müslümanlarının kendi içlerindeki fundamentalistleri dışarı atana kadar Amerikan Ordusu’na alınmamasını savunan Daniel Pipes’la ortak çalışmalar yaptığını da belirtelim). Milyonlarca dolarlık burslar Doğu Avrupa ve Rusya’nın demokratikleşmesine harcanırken, Orta Doğu’da demokratikleşmenin adı bir iki istisna dışında anılmamıştır.
Akademi dünyasındaki genel konsensüs, Müslüman ülkelerin siyasi ve ekonomik alanda yaşadığı sorunların, bu toplumların kendi hatalarından kaynaklandığı iddiasıdır. Latin Amerika ve Doğu Avrupa ülkelerinin demokratikleşmesinde ve kalkınmasında uluslararası aktörlerin rolüne övgüler düzen akademi, konu İslam dünyası ve buradaki yönetimler olunca otokratik rejimlerin oluşumunda ve varlıklarını sürdürmesinde uluslararası aktörlerin etkisini görmezden gelir. Akademi camiasına göre demokratikleşme başarılamıyorsa, bunun sorumlusu devlet elitleri ve o toplumun siyasi kültürüdür. Bölgede demokrasi isteyen politik hareketleri ezen, insan haklarını ihlal eden totaliter rejimleri kurduran ve şimdi de onların en yakın müttefiki olan Batılı devletler suçlu aranırken görmezden gelinir. Sanki bölgedeki rejimlerin meşruiyeti halktan geliyormuş gibi İslam ve siyasi kültür suçlanır. Meşruiyetlerini ABD, İngiltere ya da Fransa’dan alan Suudi Arabistan, Kuveyt, Mısır ve diğer Kuzey Afrika ülkelerinde yolsuzluk, verimsizlik, nepotizm ve şiddetin kaynağı, akademi camiasınca, bu ülkelerin meşruiyet problemlerinden değil; ama devamlı bastırılan İslamdan kaynaklanır.
Akademinin İslam konusundaki görüşünü Bernard Lewis’den daha iyi idealize edecek yoktur. İslam çalışmalarında otorite kabul edilen Bernard Lewis İslam ülkelerine, Batı’nın yaşadığı tarihi tecrübeleri yaşamasını tavsiye eder. Ona göre bunun yolu, öncelikle İslam dünyasının Martin Luther’ini bulmasından ve Aydınlanma’sını gerçekleştirmesinden geçmektedir. Bu İslam dünyası için terörizmden kurtulmanın tek yoludur ve yolda kazalar ise kaçınılmazdır. Mesela, Lewis Mısır’ı ve Türkiye’yi modernizasyon ve demokratikleşme yönünde önemli adımlar atmış iki ülke olarak gösterirken bu ülkelerin insan hakları ihlali ve yolsuzluk kayıtlarını görmezden gelir. İslam medeniyetinin bir dünya görüşü olarak sosyal, siyasi ve ekonomik normlar, değerler üretmede yüzyıllarca başarılı olduğu tarihsel bir gerçektir. Dolayısıyla Lewis ve diğerleri, Müslümanların bu gerçeğe rağmen, İslam coğrafyasında en azından yüzyıllık tarihi tecrübe ile başarısız olduğu sabit olan Batılılaşma politikalarını niye sürdürmek zorunda olduklarını açıklamak zorundadırlar.
Paylaş
Tavsiye Et