Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Türkiye Siyaset
Kimlik ve çıkarlar arasında AKP dış politikası
Hasan Kösebalaban
ADALET ve Kalkınma Partisi (AKP)’nin 18 Kasım 2002’de Abdullah Gül hükümetiyle iktidara gelişinin üzerinden bir yıl geçti. İktidarın bu ilk yılı Irak Savaşı başta olmak üzere dış politikada son derece hareketli gelişmeler yaşandığı bir zamana denk geldi. İslamcı olarak adlandırılan bir partinin sadece Türkiye’de değil, bütün İslam dünyasında ilk defa tek başına iktidarda bulunması dolayısıyla AKP’nin dış politika alanındaki performansı yakın takibe alındı. AKP iktidarının dış politika karnesini üç açıdan değerlendirmek mümkün: AB üyeliği konusunda sergilenen politika, Irak savaşı çerçevesinde ABD’yle ilişkiler, ve nihayet Orta Doğu ve İslam dünyasıyla ilişkiler. AKP hükümetinin bu üç alanda sergilediği dış politika çizgisi geniş anlamda Türkiye’de, İslamî sosyal ve siyasi kimliğin dönüşümünü, çıkarlarla kimlik arasındaki etkileşimi yansıtıyor.
Avrupa Birliği (AB) üyeliğine dair İslamî kesimin klasik muhalefeti AKP iktidara gelmeden önce zayıflamaya başlamıştı. Özellikle 28 Şubat sürecinden bu yana İslamî kesim AB üyeliğine daha fazla ısındı. Bu tavır değişikliğinde hiç kuşkusuz içeride devletçi ideolojinin bunalttığı bir toplumsal kesimin kendisine AB üyeliğini bir nefes alma alanı olarak görmesi büyük rol oynamıştır. Ancak İslamî kesimin Avrupa entegrasyonu ilgisini tamamen 28 Şubat’la bağlantılandırmak yanıltıcı olacaktır. Türkiye’de özellikle Turgut Özal’ın liberalleşme politikalarıyla başlayan sosyal, ekonomik ve siyasal dönüşüm süreci AKP’ye kadar intikal eden paralel bir kimlik dönüşümüne yol açtı. Özal’ın globalleşme akımını da arkasına alarak estirdiği rüzgar Türkiye’yi devletçi ideolojinin tahakkümünden kurtaran ve globalleşmeye hazırlayan bir süreci başlattı. Ekonomik alanda geleneksel olarak dışlanmış bir kesimi temsil eden Anadolu sermayesi de çıkarlarını devletçi ekonomik sistemde değil, dünya pazarlarında aramaya başladı. Yine 1990’lardan sonra ve ülke içinde eğitim haklarına getirilen sınırlamaların zorlamasıyla kayırılmış elitlerin dışındaki bir toplumsal kesimin eğitim amacıyla yurtdışına açılması ve Batı’yla etkileşim içine girilmesi yaşanan dönüşüme katkıda bulundu.
Avrupa Birliği’nin Aralık 2002’de yapılan Kopenhag Zirvesi Türkiye’nin üyelik müzakerelerinin başlaması için bir tarih alması açısından önemliydi. Ancak Kasım seçimlerinden önce Türkiye’de iktidarın fiilen bitmesiyle bu zirveden bir tarih çıkması için lobi yapma vazifesi henüz iktidar olmamış AKP’ye düştü. AKP lideri Tayyip Erdoğan, onu aşkın Avrupa başkentini ziyaret etti ve resmî bir sıfatı olmamasına rağmen Avrupalı liderler tarafından büyük bir ilgiyle karşılandı. AKP liderleri üyelik konusunda ciddi oldukları mesajını çok güçlü bir dille verdiler. Erdoğan Avrupa basınına verdiği demeçlerde Avrupalıları Türkiye’nin üyeliğini geciktirmekle suçlayarak, kapıda daha fazla beklemeye niyetli olmadıkları mesajını iletmiş oldu. İslamcı bir ideolojiden geldiği ileri sürülen ve dolayısıyla Batı karşıtı olması beklenen bir partinin böylesine keskin bir üslupla üyelik ısrarında bulunması sadece dünya kamuoyunu değil, iç siyasi aktörleri de şaşırttı. Buna mukabil Türkiye’de modernleşmeci ideolojiyi tekelinde tuttukları farz edilen Kemalist yapının AB üyeliğine giderek daha net bir şekilde ayak diremeye başlaması da aynı derecede şaşırtıcı bir gelişme oldu. Samuel Huntington’ın Türkiye tasvirindeki modernleşmeci/Batıcı devletle modernleşmeye direnen geleneksel toplum arasındaki sürtüşmede adeta roller tersine çevrilmişti. AKP Avrupalılaşırken, Türkiye’yi bir asır boyunca Avrupalılaştırma görevine soyunanlar milliyetçiliğe başlamışlardı.
 
Çıkarlar Kimlikleri Dönüştürebilir
AKP’nin genel olarak değişim iddiasını, özel olarak AB taraftarlığını bir takiyye şeklinde açıklamak Türkiye’deki hakim entelektüel ve siyasi sistemin tepkisini özetliyor. Bu tepkiye göre İslamcı ideolojiden gelen bir partinin böylesine radikal bir dönüşüm gerçekleştirdiğini düşünmek fazla iyimserlik olur. Parti olsa olsa kendi önündeki siyasi alanı genişletmek amacıyla taktik bir dönüşüm gerçekleştirmiştir. Ancak bu görüş siyasi ve sosyal kimlikleri statik kabul etmektedir. Oysa Türkiye’de son yıllarda yaşanan gelişmelerin de gösterdiği gibi kimlikler dönüşebilmektedir. Örneğin Cumhuriyetle birlikte Türkiye’de Batılılaşma sürecinin hamiliğini yapan Kemalist ideolojinin AB karşıtı bir tavır almaya başlaması ve bu amaçla Kemalist entelektüellerin milliyetçi kesimle işbirliğine girişmesi bir kimlik dönüşümünü gösteriyor. Kısacası sosyal kimlikler sabit değil, değişken ve akıcıdır; sosyal aktörlerin algılamaları dış dünyayla kurdukları bağlantıların kesifliğine ve niteliğine göre değişebilir. Burada çıkarlar ile kimlik arasında karşılıklı etkileşimden bahsetmek daha doğru olacaktır. Çıkarlar kimliğin sağladığı alan içinde tanımlanırlar; ancak aynı zamanda, çıkarlar da kimliği dönüştürebilir. AKP ve temsil ettiği kitleler Avrupa Birliği ile etkileşimlerini baskıcı devlet ideolojisinin etkisiyle artırmıştır; ancak bu sadece stratejik bir manevradan ibaret olan siyasi bir dönüşüm değildir. AKP’nin Türkiye’nin AB üyelik süreci çerçevesinde Avrupa’yla kurduğu yakın ilişkiler partinin kimliğini de dönüştürmektedir. Avrupa’yla yakınlaşma başlangıçta sadece çıkar hesaplarından ibaret olarak kabul edilse dahi, bu süreç bir algılama değişikliğine yol açmaktadır. AKP AB üyeliğine verdiği destek ve üyeliğin gereklerini yerine getirme konusundaki çabasıyla, devletçi ideolojinin altındaki modernleşme kilimini çekmiş ve onu giderek güzellik ve şarkı yarışmalarından ve spor müsabakalarından teselli bulan bir üçüncü dünya ideolojisi haline döndürmüştür. Öte yandan AKP iktidarının Avrupa’yla kurduğu kendinden emin diyaloğun Avrupalıların İslam algılamalarını da değiştireceğini ümit etmek gerekiyor. Zira Avrupalıların AB’yi bir tek kültürlü entegrasyon projesi olarak düşünmeye devam etmeleri ve AKP’nin taleplerini karşılıksız bırakmaları Türkiye’de farklı bir süreci ateşleyecektir. Yine Avrupa’nın Türkiye’ye dair taleplerinde Kıbrıs’ın bir şart olarak öne sürülmesi üyelik sürecini yokuşa sürmekten farklı bir şekilde algılanmıyor. AKP hükümeti Kıbrıs konusunda sorunu çözmeye yönelik bir tavır sergilerken içerideki güçlü aktörlerin muhalefetiyle karşılaşıyor. Avrupa’nın, Türkiye’nin üyeliğine yönelik niyetlerinin tam olarak açık olmaması bu sorunun çözümünü geciktirmeye devam ediyor.
AKP hükümeti Avrupa’yla ilişkileri nispeten sorunsuz bir halde devam ettirirken ve üyelik konusuna daha somut bir perspektif kazandırılmışken, Batı cephesinin diğer yakasında Amerika’yla ilişkilerde zor bir dönemi devraldı. 11 Eylül olaylarıyla birlikte Amerikan dış politikasında esen sert rüzgarlar ve nihayet Irak Savaşı Türkiye’yle ilişkileri de etkiledi. Bush yönetiminin Irak’a karşı saldırıda bir Kuzey cephesi oluşturma amacıyla Türkiye üzerinden asker nakli talebi hükümetin gönüllü tavrına rağmen TBMM tarafından engellendi. Yakın tarihte ilk defa parlamenter demokrasinin işlemesi anlamındaki bu gelişmenin yarattığı gerginlik Irak’a demokrasi götürme çabasında olduklarını iddia eden Amerikalılar tarafından krize dönüştürülmek istense de, ülke içinde piyasaların verdiği olumlu tepki sayesinde atlatıldı. Amerikalılar ve onların Türk medyasındaki ateşli destekleyicileri Meclisin ret kararını zamanın Başbakanı Abdullah Gül’ün ve ordunun sergilediği zayıf liderliğe bağladılar. Ancak Saddam Hüseyin rejimini kısa sürede mağlup edebilen Amerika, Irak’ta beklemediği bir direnişle karşılaşınca Türkiye’nin kapısını tekrar çaldı. Hükümet bu talebe de olumlu cevap verdi ve bu defa parti içindeki baskı mekanizmaları AKP’nin kuruluş felsefesine muhalif bir şekilde harekete geçirilerek Meclisten yetki kararı çıkartıldı. Ancak Iraklıların Türkiye’den asker göndermeye karşı şiddetli tepkisi sayesinde Bush hükümeti asker talebini askıya aldı.
AKP hükümetinin ABD’yle Irak Savaşı çerçevesindeki ilişkilerine genel bir pragmatizmin hakim olduğunu iddia edebiliriz. Genel olarak AKP başarılı bir kriz yönetimi gerçekleştirdi. Ancak bunu yaparken Türkiye’de bütün toplumsal ve siyasi kesimlerin şiddetli Amerikan aleyhtarlığının gölgesinde sözde İslamcı ideolojiden beklenen bir politika gütmedi. Burada da AKP kimliğindeki Batı yöneliminin baskın olarak ortaya çıktığını görmekteyiz.
 
AKP, Millî Devlet Zihniyetini Benimsiyor
AKP hükümetinin kimlik dönüşümünün önemli bir başka göstergesi de İslam dünyasıyla ilişkilerdir. AKP’nin ilk Başbakanı Abdullah Gül’ün Irak Savaşını engelleme amacıyla Irak’a komşu İslam ülkeleri arasında öncülük etmeye çalıştığı liderler zirvesi Arap ülkelerinin gönülsüzlüğü nedeniyle dışişleri bakanları seviyesine indirgendi. Başbakan Tayyip Erdoğan ise görevde bulunduğu bir yıla yakın süre içinde hiçbir komşu İslam ülkesini ziyaret etmedi. Erdoğan’ın planlanan İran gezisi medyaya yansıdığı kadarıyla ABD ve İsrail’in ve bu arada Türk medyasının baskısıyla süresiz ertelendi. Erdoğan buna karşılık Orta Asya Türk Cumhuriyetleri, Bosna ve Malezya gibi nispeten gözlerden uzaktaki İslam ülkelerini ziyaret etti. Ayrıca Refahyol zamanında oluşturulan sekiz İslam ülkesi arasında ekonomik kalkınma işbirliğini amaçlayan D-8 projesinin canlandırılması amacıyla AKP tarafından herhangi bir adım atılmadığını belirtmek gerekiyor. Buna paralel olarak İsrail’le ilişkiler noktasında son derece dikkatli adımlar attığı gözlemleniyor. İsrail’in geçtiğimiz ay bir intihar saldırısının ardından Suriye sınırları içinde terörist eğitiminde kullanıldığını iddia ettiği bazı hedefleri bombalamasına AKP iktidarınca son derece zayıf bir şekilde tepki gösterildi. AKP bir yandan tabanına mesaj olarak ‘sorunsuz’ İslam ülkelerini kapsayan gezilerle, diğer yandan ABD ve İsrail’e mesaj olarak, asıl önemli olacak bölgesel işbirliği çabalarını belirli bir seviyenin üstüne çıkarmayarak İslam ülkeleriyle ilişkileri adeta idare etmeye çalıştı. Bu arada AKP’nin tamamen Batılı ülkelerce Irak’ın işgal edilmesine asker göndererek destek olmak istemesi, ne tür milli çıkarlarla bağlantılandırılırsa bağlantılandırılsın, bir Müslüman ülkenin karşısında Batılı bir ülke görüntüsü verdi. Bu İslamcı diye nitelenen bir parti için önemli bir kimlik dönüşümünün tezahürü olmasına rağmen AKP tabanından çok büyük bir tepki almadı. Diğer taraftan AKP Irak sorunu bünyesinde Kürt sorununa hakim siyasi yapıdan ve onun milli hassasiyetlerinden farklı bir çözüm önerisi getirmediğini de ortaya koymuş oldu. Bu da AKP kimliğinin İslamî kuşatıcılıktan sıyrılıp milli devlet zihniyetine doğru evrildiğini gösteren önemli bir işarettir.
Özetle bir yıllık AKP iktidarının dış politikasında kimlik ve çıkarların karşılıklı etkileşimine tanık olduk. Ne kimliği, ne de çıkarları sabit ve statik olarak kabul etmek mümkündür. Her ikisi birbirini sürekli olarak besleyen ve aynı zamanda dönüştüren dinamik bir etkileşim içindedir. Bu anlamda AKP iktidarının Batı ve İslam dünyası ile ilişkilerini sadece taktik manevra sonucu belirlenmiş politikalar olarak görmek yerine, çıkarların etkilediği ama aynı zamanda partinin temsil ettiği sosyal kimliği dönüştüren politikalar olarak görmek daha doğru olur. Ayrıca AKP iktidarının dış politikasında parti politikalarından bağımsız ve daha geniş sosyal, siyasi ve ekonomik dönüşümlerin izlerini de gözden kaçırmamak gerekiyor.
*Bu yazı yazarın, merkezi ABD’-de bulunan Orta Doğu Araştırmaları Derneği (MESA)’nin 6-10 Kasım 2003 tarihlerinde Anchorage, Alaska’da düzenlenen kongresinde sunduğu tebliğin kısaltılmış halidir.

Paylaş Tavsiye Et