Geçen sayımızda Peyami Safa’nın Türk İnkılâbına bakışlar adlı eserinde büyük bir ustalıkla dile getirdiği tezleri incelemeye ve eserin felsefi kurgusu üzerinde gözlemlerde bulunmaya başlamıştık. Cumhuriyet döneminin kayda değer felsefi muhasebelerinden biri olan bu eser “Türk inkılâbı neden yapıldı?” sorusuna kapsamlı cevaplar vermeye çalışıyordu. Şimdi kaldığımız yerden devam edelim ve Safa’nın eserinin “derin okuma”sını bu sayıda neticelendirelim.
Tarihin hiçbir devrinde eşine rastlanmayan Türk inkılâbı, medenileşme sürecinde nereye oturuyor? Safa’nın bu soruya verdiği cevap, aslında son derece açık ve tanıdık: Türk inkılâbı, Türkiyeci bir bakış açısından Avrupa medeniyet havzasına adım atmayı ifade ediyor. Fakat Safa’nın tahlillerini farklı ve düşünce tarihimiz açısından önemli kılan, sunduğu argümanların Cumhuriyet’in kuruluş dönemine hakim olan zihniyeti eşine az rastlanır bir netlik ve kesinlik ile ortaya koyması.
İslam’ın Zati Modernliği mi?
“Müslümanlık, Hıristiyanlığın bir antitezi değil, tekamülü olduğuna göre, İslam-şark’ın, Avrupa kafasını vücuda getiren üç büyük tesirden birini daha kuvvetle yaşamış olduğuna hükmetmekte bir yanlışlık yoktur” (s. 100). Bununla Safa, İslam’ın zati bir modernliğe sahip olduğunu söylemek istiyor diyebiliriz. Safa’nın ifadesiyle soruyu şöyle sormak da mümkün: “Hâsılı niçin Hıristiyan Garp, düşüncesinde Müslümandır ve İslam Şark, düşüncesinde Hıristiyandır?” (s. 106). Fakat buradaki paradoks, İslam’ın kendisi olmasından ziyade Hıristiyani tecrübeye yakınlaştığı, yani ‘Hıristiyanlaştığı’ ölçüde ‘modern’ ve medeni bir kimlik kazanma şansına sahip olması. Safa’nın bu tahlil çerçevesini esas alacak olursak, İslam toplumlarının modernleşmesinin önünde bir ‘din’ engeli bulunmadığını söylemek mümkün. İlginç olan şu ki bunu söylediği anda Safa, İslamcıların ana tezlerinden birini, yani İslam’ın terakkiye mani olmadığı görüşünü, kendi Türkçü-medeniyetçi bağlamında yeniden ifade etmiş oluyor. Mamafih Safa’nın “Hıristiyani İslamlık” ve “İslami Hıristiyanlık” kavramlarına ulaşmasını sağlayan bu Hıristiyanlık yorumunu nasıl ve hangi tarihi gerekçelere dayanarak yaptığı, açık bir soru olarak duruyor.
Safa’nın İslam’ın zati modernliğini ispata yönelik gayreti bununla sınırlı değil. Ona göre Türk toplumu ve tarihi de aslında benzer bir kadere sahip. Safa’nın büyük bir sarahat ile özetlediği Kemalist tarih yorumuna göre Türk ırkı, Orta Asya steplerinden türemiş sıradan bir kavim değil, Hint-Avrupa ırk-dil ailesine mensup seçkin bir ırktır. Irkçılıkla flört eden bu tarih ve ırk telakkisinin bugün için artık bir önemi yok (umarız!). Fakat Safa’nın inkılâp projesinde bu bakış açısının önemli bir yeri var. Bunu, “tersinden modernleşme” olarak ifade edebiliriz. Yani aslında Türkler modernleşmek/Avrupalılaşmak suretiyle, bir başka medeniyete yamanıyor ya da kendi tarihi tekamüllerinden uzaklaşıyor değiller. Bilakis bugün Avrupalılaşmak, aslında Türk’ün tarihi misyonunun ve serüveninin mantıksal sonucunu temsil ediyor. Bu manada Avrupalılaşmak, Türklükten ya da İslamlıktan uzaklaşmak değil; tersine, bu kimlik tanımlarının özündeki değerlere geri dönmektir. Böylece aslında Türkler Avrupalılaşmamakta fakat Avrupalılar Türkleşmektedir! Çünkü genel kanaatin aksine modernleşme, tersine işleyen bir süreçtir. Kemalist inkılâp, bu sürecin önündeki Osmanlı, İslam, yarı-Türkçülük ve sosyalizm gibi engelleri kaldırarak tarihe asıl manasını kazandırmıştır. Safa’nın Türk inkılâbını basit bir anti-emperyalist tepki olmanın ötesinde, köklü bir kültür ve medeniyet hareketi olarak görmesi de bu sebeptendir.
Türk İnkılâbının Arayışı
Türk İnkılâbı, aynı zamanda mevcut yolların dışında ve ötesinde bir arayışa tekabül ediyor. Basitleştirecek olursak Türk inkılâbının doğu ve batı dışındaki “üçüncü yol” arayışı, ne doğu ne batı; hem doğu hem batı; biraz doğu biraz batı… yaklaşımlarının hepsini hem içeriyor hem de dışarıda bırakıyor. Fakat Peyami Safa gibi, Türk inkılâbını bizatihi yaşadığı ve savunduğu halde ona soğukkanlı bir gözle bakabilen bir düşünürün dahi doğu-batı kavramlarını bu şekilde kullanması, etkileri günümüzde de devam eden zihinsel bunalımın boyutlarını ortaya koyuyor. Safa, Batı medeniyeti hakkındaki kayda değer bilgisine rağmen, sunduğu “batı”nın bir soyutlamadan ibaret olduğunun fakında değil. Bu, dünya tarihinin yanı sıra Avrupa tarihini de Avrupa-merkezli bir bakış açısıyla okumanın kaçınılmaz bir neticesi. Avrupa medeniyetinin çelişki ve çatışmalardan uzak, sürekli tekamül halinde evrensel bir telos’a doğru ilerleyen bir bütün olarak okunması, ancak Avrupa tarihinin önemli bir kısmının bastırılması ile mümkün olabilirdi ki Peyami Safa’nın pek çok çağdaşı gibi yaptığı şey de bundan öteye gitmiyor.
Safa, İslam medeniyetinin bilim, hür düşünce, eşitlik ve adalet gibi “olumlu” yönlerine atıfta bulunduğunda dahi, aslında bu Avrupa-merkezli tarih okumasını devam ettirir: İslam kültür ve medeniyet tecrübesi, bu evrensel Avrupa medeniyetine doğru ilerleyen ve fakat tarihinin bir noktasında akamete uğrayan bir serüvenin adıdır. Bu tezin, Türk inkılâbı açısından özel bir anlamı var; zira bu nokta-i nazardan bakıldığında Türk inkılâbının yaptığı, aslında şark-İslam medeniyetinin yarım kalan aydınlanma hareketini tamama erdirmekten ibarettir. Safa’nın bunu ifade ediş şekli, en az tahlil ettiği inkılâp kadar radikal ve keskindir: “Kemalizm iki büyük milli zaruretten doğdu: Biri Türk yurdunu ve Türk birliğini içeride bozgundan ve dışarıda salgından kurtaran Milli Savaş; öteki de bu yurdu ve birliği kurtardıktan sonra Türk toprağını ve kafasını betonla inşa. Burada bina ve kafa aynı istihaleyi geçiriyor. Avrupalılaşma ahşap binaların ve ahşap kafaların yıkılması ve betonlaşmasıdır” (s. 117).
Safa burada tahlilini biraz daha derinleştirir ve İslam dünyasının Avrupalılaşamamasının önündeki iki ana engelin, matematik bir zihne sahip olmaması ve bir site, yani modern şehir kültürü geliştirememesi olduğunu ileri sürer. Bugün asrileşmenin yolu da bu iki unsurdan geçer. Matematik düşünme, tahlil ve kesinlik demektir; site kültürü ise nüfus yoğunluğu ve bundan doğan sosyal değişim baskısıdır. Safa’nın radikal batılılaşma projesi burada en yalın ifadelerinden birini bulur: “Matematik görüşten mahrum kaldığımız için bizde müspet ilim metodu kavranamadı; hendese (geometri) kafasına muhtaç kompozisyon sanatları, trajedi, roman, polifonik musiki doğmadı; hendesî perspektifleri idrak edemeyen, mesafe şuurundan mahrum Şark resmi, tek satıhlı primitif bir görüş içinde kaldı. Türk ilmi gibi Türk sanatının da Rönesans’ı idrak edemeyişi bundandır” (s. 112).
Türkiye’nin “sahip olduğu büyük imkan”, sadece Avrupa medeniyeti trenine bir şekilde binmek değil, Avrupa’nın evrensel ilim, sanat, hukuk, siyaset ve ahlak değerlerini daha da evrensel hale getirmek, yani Avrupa’nın dar coğrafi sınırlarından Asya’nın uçsuz bucaksız topraklarına ulaştırmaktır. Safa’nın bu çırpınışında, bir asalet kaygısı olduğunu görmek zor değil. Zira meseleyi bu şekilde ortaya koyduğunuzda Türk inkılâbının manası ve gayesi, bir başka medeniyete “yamanmak” değil, evrensel olan hakikatler zincirine katılmaktır. Fakat bu bakış açısının bizi nasıl bir zihinsel inhitata götürdüğünü yine Safa’nın kendisi -pek de farkında olmadan- ifade ediyor. Ve tam da bu noktada, bugün sıkça duyduğumuz Türkiye’nin doğu ile batı, geleneksel ile modern arasında bir köprü olduğu fikri, bir kez daha ifade edilmiş oluyor. Lakin Safa’nın bu şemada Türk inkılâbına ve Türkiye’ye biçtiği rol, zannedildiği kadar masumane değil. Bakın ne diyor Peyami Safa: “Ve eğer, A. Suares, Asya’yı dişi ve Avrupa’yı erkek farz eden tasavvuruyla bir hakikat ifade ediyorsa, biz de, aynı cinsten bir hayalle iki kıtaya da zifaf döşeği olarak, ikisinin de birleştiği yeri, en hakim ve en güzel bitişme ve buluşma noktası olan Türkiye’yi gösterebiliriz; yıllardır baygınlık geçiren harp sonrasının aradığı büyük terkibi kendimizde bulabiliriz” (s. 116).
Safa’nın hayal gücünü zorlayarak dile getirdiği bu doğu-batı sentezi fikrinin en büyük sorunu, sadece “doğu” ve “batı” diye eşit şartlara sahip iki rakibin olduğunu varsayması değil. Kitap boyunca hem Avrupa ve Asya, hem de Türk ve İslam tarihini, Avrupa-merkezli tarih açısından okuyan Safa’nın, Türk inkılâbına bir sentez rolü biçebilmek için, farklı iki medeniyetin varlığından bahsetmesi, kendisiyle çelişmek oluyor. Zira aslında Safa, Avrupa dışında bir dünyanın olmadığını, zaten Türk inkılâbının da “milli bir zaruretten” doğduğunu, bu zaruretin de Avrupalılaşarak hayatta kalmak olduğunu söylüyor. Dahası ortada fikrini, ilmini, tekniğini insanlığın hizmetine sunmak isteyen bir Avrupa yok. Bilakis karşımızda -o zaman ve bugün- varlığını ve başarısını emperyal yayılıma borçlu olan ve bu yüzden evrensellik iddiasında bulunabilmek için emperyalist olmak zorunda kalan bir ‘yeni dünya’ var (Amerika, bu zorunluluğun bugünkü en başat örneğini temsil ediyor).
Fakat asıl sorun, Safa’nın kullandığı “doğu” ve “batı” kavram kategorilerinin büyük bir soyutlamaya dayanıyor olması. Burada birbirinden tamamen bağımsız ve bir anti-tez olarak kurgulanan doğulu ve batılı varlık alanlarına, tarihin ya da toplumun içinde değil; ancak yazarın zihninde bir yer biçmek mümkün.
Türk İnkılâbına Bakışlar, verdiği cevaplardan çok sorduğu sorulardan dolayı önemini bugün de muhafaza eden bir metin. Safa’nın Cumhuriyet’in ilk yıllarında formüle etmeye çalıştığı soru ve cevaplar, bugün Türkiye’nin zihin haritasında derinlemesine yer edinmiş durumda. Bu yüzden Türk İnkılâbına Bakışlar, bugün de üzerinde dikkatle durulması gereken bir metin olma özelliğini muhafaza ediyor.
Paylaş
Tavsiye Et