YİRMİSEKİZ Çelebi Mehmed Efendi, 1721 yılında Osmanlı büyükelçisi olarak gönderildiği Paris’ten döndüğünde yanında Fontainebleu Sarayı’nın planını da getirmiş ve bu plan doğrultusunda birkaç yıl içerisinde Sadabad Kasrı inşa edilmişti. Bu olayın önemi, elbette Lâle devrinin şaşaasına bir örnek teşkil etmesi değildi. Onu önemli kılan, bu gelişmenin Osmanlı kentsel yapısının dönüşümünü haber veren, simgesel değeri yüksek bir olay olmasıydı. Öyle ki bu olayın üzerinden yüzyılı biraz aşkın bir süre geçtiğinde İstanbul, yine Paris örnek alınarak mevzi planlar doğrultusunda biçimlendirilmeye başlanmıştı. 19’uncu yüzyılın sonlarında Osmanlı kent mekanı, modern etkiler doğrultusunda önemli oranda yeniden organize ediliyor; liman kentleri başta olmak üzere millet sistemi ekseninde düzenlenen geleneksel kent yapısı çözülüyordu. Yabancı mimarların ve harita mühendislerinin geleneksel ihtiyaçlar doğrultusunda şekillenmiş olan Osmanlı kentinin fiziksel yapısını Batılılaşma sürecinin yarattığı gereksinimler çerçevesinde biçimlendirmeye yönelik planlar yapmaları 19’uncu yüzyılın sonlarına ve 20’nci yüzyılın başlarına denk geliyordu. Bu dönemde belediye kanunlarında yine aynı doğrultuda bir dizi düzenleme gerçekleştiriliyordu. Bu süreç Cumhuriyet’in kuruluşunda ve akabinde bazı yeniliklerle devam etti. Cumhuriyet sonrasında, başkent Ankara örneğinde ulus-devlet iktidarının tezahür ettiği bir kent mekanı oluşturuluyor; büyük şehirlerde anıtsal yapılar inşa edilerek devletin kudreti topluma hatırlatılıyordu.
İkinci Dünya Savaşı’nın nihayete erdiği döneme dek Türkiye’de kentlerin fiziksel yapısı bu çerçevede biçimlendirilmeye devam etti. Bu dönemde devletin modern kent yaratma projesi kent mekanlarına yapılan müdahalelerle sınırlı kaldı. 1945 sonrasında yeni bir gelişme gün yüzüne çıktı: Ülkede yaşanmaya başlanan nüfus hareketliliği geleneksel yapısı bozulmaya başlayan, ancak modern bir tarzda örgütlenmeyi de beceremeyen kentlerde yeni sorunları beraberinde getiriyordu. O döneme dek durağan bir nüfus yapısının geçerli olduğu kentlerde, giderek artan oranda ve zamanla önü alınamayan bir nüfus hareketi yaşanmaya başlandı. Yavaş yavaş belirmeye başlayan konut problemi, gecekondu sorunu, artan işsizlik oranları gibi sorunlar yumağı da hemen ardından geldi. Örneğin 1947 yılında, dönemin Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün damadı Metin Toker gecekonduların yarattığı manzarayı “insana dehşet ve tiksinti veren” bir manzara olarak betimliyordu. Buna kayıtsız kalınamazdı. Peki ne yapıldı?
Kentleşme Politikamız
Kentleşme politikalarının varlığı, esasında “az gelişmiş” toplumların modernleştirilmesine dönük Amerikan kaynaklı bir projenin uzantısı olarak gündeme geldi. Kentleşme, modernleşmenin hem nedeni, hem sonucuydu ve Batı dışındaki toplumların modernleşebilmeleri, dünya sistemine ekonomik entegrasyonlarını tamamlayabilmeleri “başarılı” kentleşme pratikleri ortaya koymakla doğrudan ilintiliydi. Bu çerçevede, İkinci Dünya Savaşı’nın ardından, Batı dışındaki toplumların yaşadıkları çarpık kentleşme süreçlerini düzenleyici kentleşme politikaları özendirilmeye başlanmıştı. Türkiye de teorik olarak bir “kentleşme politikası” geliştirmeye çalıştı ve özellikle planlı ekonomi devriyle birlikte her beş yıllık kalkınma planında kentleşme politikasının nasıl olacağını saptadı.
Ne var ki, Türkiye’nin yaşadığı süreç, her beş yılda bir kalkınma planlarında çerçevesi çizilen kentleşme politikalarının pratikte hiç de sorun çözücü olmadığını; hatta kronikleşen sorunlara karşı ya bir umursamazlık ya da bir inatla, hükümetler üstü bir tutum ve insanı şaşırtan bir süreklilikle hareket edilerek bugünlere gelindiğini göstermiştir. Bunun iki nedeni var: Birincisi, bizatihi bu politikaların sürekli “uluslararası” kurumların telkinleri doğrultusunda ideolojik bir çerçevede dizayn edilmesi, ikincisi de siyasal icracıların hem bu politikaların tasarlanması, hem de uygulanması esnasında Türkiye’nin yerel ve ulusal gerçeklerini temel almaksızın tepeden inmeci bir mantıkla hareket etmeleridir.
Kentleşme Felsefemiz
Modern dönemde toplum-devlet ilişkisi gizli ya da açık bir sözleşmeye dayanır. Bu sözleşmeye göre devlet, hangi felsefe ile kuruldu ise ona göre değişen bir biçimde, ya kendisine tabi olan ya da hizmet ettiği toplumuna bir toprak parçası sunar. Bu toprak parçası bir kent ya da kırsal bir ünite olarak örgütlenişine bağlı olarak, üzerinde mensuplarının maddî, insanî ve kültürel ihtiyaçlarını karşılayabilecekleri bir topluma ev sahipliği yapar. Buna karşılık toplumdan onu bir arada tutan değerlere ve üzerinde bulunduğu toprağa bağlılık duymasını bekler.
Türkiye’de son elli yıllık kentleşme tarihi, toplumun devletin önüne geçmesinin tarihidir. Bir başka deyişle bu tarih, devletin kentleşme süreçlerini yönetememesinin tarihidir. Türkiye’de kentleşme sürecinin hız kazanmaya başladığı 1950’lerden bu yana çarpık kentleşme olgusu Türkiye’nin bir gerçeği olmuştur. Toplum ve devlet arasındaki akit işlemediğinde toplumun kendi çözümünü kendisinin ürettiğini Türkiye örneğinde görüyoruz. Gecekondu olgusu, bunun en tipik örneği.
İlk olarak baraka şeklinde inşa edilen gecekondular, devletli kesim tarafından toplumsal bir musibet olarak değerlendirilmişti. Demokrat Parti’nin gecekondu bölgelerinden oy toplaması siyasal iradenin gecekondulaşma olgusuna bakışına farklı bir boyut getirdi. Demokrat Parti hükümeti gecekonduları oy deposu olarak görmeye başladı ve bu, Türk siyasetinde bir gelenek halini aldı. Gecekondu olgusu 1966 yılında çıkan bir yasayla devlet tarafından resmen tanındı. Ancak kalkınma planlarında çerçevesi çizilen kentleşme politikalarında gecekondulaşma olgusunun zararları dillendirilmeye devam etti. Ne var ki gecekondularda yaşayan insanların dinamik ve ucuz işgücü olarak hizmet veriyor oluşları, tıpkı onların oy depoları olarak görülmeleri gibi, kısa vadede “vazgeçilemez” bir durumdu. Süreç içerisinde buralarda yaşayan toplum kesimlerinin gittikçe büyüyen oranlarda bir tüketici kitle halini alışları da yine bu duruma tuz biber ekti. 1983-1988 yılları arasında art arda çıkan beş yasa ile gecekondulara yasal statü kazandırıldı. Ancak çıkarılan bu yasaların ülke gerçeklerini yeterince göz önünde bulundurmaması gecekondularda yaşayan toplum kesimlerini rahatlatmak yerine, yap-satçılara fırsat kapıları açtı. Sözün özü, bir yandan hem öyle hem böyle, bir öyle bir böyle, ne öyle ne böyle politikası; bir diğer yandan da devletin karşılayamadığı toplumsal ihtiyaçlar gecekondulaşmanın ve çarpık kentleşmenin önünü açtı.
Bugün kentleşme süreci söz konusu olduğunda, çarpık kentleşme, trafik, afet yönetimi, engellilerin toplumsal kimliklerinin olmayışı, marjinal toplum kesimlerinin içerisinde yaşadıkları toplumdan her geçen gün daha fazla uzaklaşması, sokak çocukları olgusunun yaygınlaşması gibi birçok sorunu konuşuyoruz. Bu sorunlar yumağının fiziksel düzenlemelerden uzun dönemli kültür politikalarına kadar birçok farklı boyutu var kuşkusuz. Ancak bu sorunların aşılmasının olmazsa olmaz şartı dinamik, Türkiye toplumunun ulusal ve bölgesel gerçekleriyle bağdaşan kentleşme siyasetleri örgütleyebilmektir. Belirtilmesi gereken çok önemli bir nokta da çok boyutlu bir kentlileşme algısının maalesef henüz yeterince geliştirilemediğidir. Sosyolojik adlandırmasıyla “kentlileşme” problemini konuşurken, kavrama ilişkin elimizdeki kabul gören tanım hâlâ “kırın özelliklerinden kurtularak, kentin özelliklerini benimseme” şeklindedir. Bu tanım olayın bir yönüne işaret etmektedir. Bir başka deyişle böylesi bir tanım, kent ile bütünleşme sorunu yaşayanlara yukarıdan bakılarak üretilmiş bir tanımdır. Söz konusu sorunla yüz yüze kalan özneler açısından mesele “tutunma” meselesidir. Türkiye’de kentlileşme sorunu tartışılırken sosyal bilimcilerin ve siyasal seçkinlerin içine düştükleri en ciddi açmaz, bu “tutunma” boyutunu görmezden gelmeleridir.
Paylaş
Tavsiye Et