Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Toplum
‘Veren el’ olmaya devam eden erkekler ve kadınlar
Nazife Şişman
ÖZELLİKLE son iki yüzyılda Müslümanların kendilerini algılayışları, kendileriyle ilgili tasavvurları tamamen değişmiştir. Askerî mağlubiyetler, sömürgecilik ve oryantalizm bu tasavvur değişikliğini belirleyen temel tecrübelerdir. Bu nedenle Batı medeniyetinin meydan okuması karşısında kendisini sorgulayan reformist aydınlar için asıl düşmanın, ‘yabancı’, yani sömürgeciden ziyade bu yenilgiye neden olan ‘gerilik’ olduğunu söyleyebiliriz. Modernleşme tecrübemizi de bu ‘gerilik’ten kurtulma yolunda atılan adımlar şeklinde özetlememiz mümkün. Bu tecrübe esnasında Müslüman aydınlar, ‘terakkî, galibiyet, medenîlik’ adına, Batı ile bir alış-veriş içine girmişlerdir. Geriliğin en fazla hissedildiği, dolayısıyla bu alış-verişte vazgeçilen, kendisinden şüphe duyulan konuların başında ise kadın meselesi gelir.
Bu nedenle ‘geri’liğin eleştirisi kadın üzerinden yapıldığı gibi, aşırı Batılılaşmanın eleştirisi de kadın üzerinden yapılmıştır. Dücane Cündioğlu’nun kadınların artık neden reçel yapmadıkları ya da reçel yapmamanın, kadınların din ve dünya tasavvurunu nasıl belirlediği yolunda bir tartışmayı gündeme taşımasını da bu çerçevede değerlendirmemiz mümkün. Müslüman kadınların “reçel yapmayı öğrenmedikçe ve babaanneleriyle birlikte görünmekten kaçınmayı bırakıp kendilerine onları örnek almayı denemedikçe, Müslümanlıklarını değil, kadınlıklarını dahi tartışılabilir hale getireceklerini” söylüyor, Cündioğlu. (Yeni Şafak, 22 Şubat 2004)
Bu mecazî ifade, kadınların, ‘yeni, asrî, çağdaş’ kadın olmak adına maziyle aralarındaki bağı tamamen koparmış olmalarına, daha doğrusu kendi kimliklerini, annelerinin ve ninelerinin neslini ötekileştirerek kurmalarına işaret etmesi bakımından isabetli. Bununla birlikte bu ifadenin, gündelik dilin bağlamı gereği, mecazdan ziyade lafzen ne kastediliyorsa meramın da o olduğu şeklindeki bir anlamaya meydan vermesi söz konusu. Ki bu anlama, modern hayatın bugünkü örgütleniş tarzı içinde zaten varolan kadın-erkek kutuplaşmasının, daha da keskinleşmesine yol açmaktadır. Oysa yaşanan bir modernleşme tecrübesi varsa, bu tecrübenin Müslümanların tasavvurunda meydana getirdiği değişiklikler hem kadınlar, hem de erkekler için geçerlidir. Fakat, gündelik hayat örgütlenmesinde, merkezî bir yere sahip oldukları için, modernleşme tarihimiz boyunca, kadınlarla ilgili tasavvur değişiklikleri daha sembolik bir önem kazanmıştır.
Böyle bir sembolizmin varlığı, bütün Müslümanların tasavvurlarında meydana gelen değişikliğe karşı bizi körleştirmemeli. Bu açıdan Fatma Karabıyık Barbarosoğlu’nun, ‘reçel’ tartışması bağlamında, erkeklerin de kurbanlarını artık kendilerinin kesmiyor oluşuna işaret etmesi, meseleye sadece bir yönden bakmanın ne denli kısır ve çözüm üretmeyen bir yaklaşım olduğunu göstermesi açısından gerçekten isabetli ve düşündürücüdür. Şu bilinmeli ki, modern hayat sadece kadınların rol ve davranış kalıplarını, dolayısıyla tasavvurlarını değil, erkeklerin de hem rol ve davranış kalıplarını, hem de tasavvurlarını değiştirmiştir.
Geleneksel rol kalıplarının ortadan kalktığı; kentleşme, modernleşme, postmodernleşme, küreselleşme vs. pek çok sürecin, geleneksel rol dağılımını ve bu dağılımın arka planındaki tasavvuru altüst ettiği bir dönemde yaşıyoruz. Bu altüst oluşla hesaplaşırken, dedelerimizin ve ninelerimizin hayatlarından kendimize bir ayak izi çıkarmamız önemli. Zira ayak izi yol göstericidir; önceliklerimizin, sabitelerimizin nasıl pratiğe taşındığını, nasıl bir hayat tarzı haline geldiğini idrak ederiz bu sayede.
Hayat tarzımız, yani hayatı nasıl yaşıyor olduğumuz, tasavvur dünyamızın da ipuçlarını verir. Bu nedenle aşağıdaki anekdotu sadece aile tarihçem açısından değil, Müslümanların nasıl bir hayat tarzı ortaya koyduklarına işaret etmesi bakımından da önemsiyorum. Dinin sadece farz ve vaciplerinin değil, sünnetlerinin hatta mendupların bile nasıl incelikle hayatın içine işlendiğini, âdeta kişinin soluk alıp verdiği atmosferi oluşturacak denli genişlediğini, bakış ve duruşunu belirleyecek bir derinlik haline dönüştüğünü göstermesi açısından, geçen yüzyılın ilk çeyreğinde cereyan etmiş bir olayı zikretme gereği duyuyorum.
Seferberlikten yeni çıkmış Anadolu, kıtlıkla da imtihan edilmektedir. Mehmet Kadıoğlu (anneannemin babası), kasaplıktan tuzculuğa dek pek çok alanda ticarî faaliyette bulunmuş bir aileye mensuptur. Devlet-i Âliye’nin geçirdiği çalkantılı dönemler, ailenin ekonomik durumuna da birebir yansımıştır. Babası, Danişmentler köyü medresesine hamilik yapan üç ağadan biridir. Medresenin kurucusu Muhammed Emin Efendi’den sonra müderris olan Hacı Ali Efendi ile birlikte bu ilim irfan yuvasının yeniden ihyasında, onun, sayıları 500-600 arasında olan öğrencilerin iaşesini üzerine almasının payı büyüktür. Fakat dünya hayatında işler, insanlar arasında münavebe iledir. ‘Veren el’ olan bir kimse, devran döner, ‘alan el’ olacak düzeye gelebilir. Nitekim oğul Kadıoğlu, kıtlık yıllarında ova köylerinden kapçıklı buğday almaktan arpa ekmeğine talim etmeye kadar fakirliğin çeşitli cilveleri ile cebelleşir. Hep vermek Allah’a mahsustur elbet; ama ‘veren el’ olmaya alışmış bir aileye mensup olmak, yedirip-içirme üzerine bir toplumsal konum edinmiş olmak, yeni durum tevekkülle karşılansa bile, edinilen tavırları akşamdan sabaha değiştirmeye yol açmaz.
Receb’in ilk cumasıdır, yani “İlk Namaz”. İlk Namaz’da ocak tütmeli, hamur pişirilip fakirler başta olmak üzere bütün köye dağıtılmalıdır. Görenek budur ve fakat ambarda bir avuç buğday unu bile yoktur. Arpa unundan hamur tutmaz ki gözleme yapılsın. Mehmet Ağa hemen eşeğine biner, komşu köydeki hatırını kırmayacak bir ahbabının yolunu tutar. Bir çuval ödünç un alır. Ödünç un ile de olsa hanımı gözlemeleri yapar ve mübarek gün usulüne uygun karşılanmış, hanenin bereketi için hayır dualar alınmış, fakirler ve komşular memnun edilmiş olur.
Bir duruş, bir istikamet ve bir tavır örneği olarak dedelerinin hayat tecrübesinden hissedar olmak isteyen bir aile reisinin, bu kıssadan alacağı hisse, eşeğe binmek ve unu çuvala koymak olmayacaktır elbet. İçinde yaşadığı şartlar ne olursa olsun, Peygamber Efendimiz ‘alan el’den üstün saydığı için ‘veren el’ olmaya devam etmek üzere ve mübarek bir günü usulüne uygun karşılamak için gösterilen gayrettir her hâl ü kârda devam ettirilmesi gereken. Ve bu kıssanın hissedarı, sadece bir cins olarak erkekler değildir.

Paylaş Tavsiye Et