DÜNYAYA ilişkin algılarımızdaki farklılık, ortak sorunlarla yüz yüze olsak dahi, farklı mecralara savurabiliyor bizi. Yeri geldiğinde bunu aşabilmenin ve birbirimizi anlamanın yolunun algılarımızın farkında olmaktan geçtiğini bilsek de çözüme götürme noktasında çoğu zaman bu farkındalığın eksik kaldığını görüyoruz. Bu eksikliğin nedenlerinden biri hiç şüphesiz çocuksu bir ben-merkezcilik olarak okunabileceği gibi, içinde bulunulan politik söylemin sınırlarını aşma korkusu olarak da okunabilir. 8 Mart, BM tarafından dünya kadınlarına ortaklaşa verdikleri savaşın armağanı olarak sunulmuştu. Kadınlara erkeklerle eşit haklar verilmesinin dünyada barışa ve adalete hizmet edeceği kabulüyle kutlanan bu gün, bu yıl da ne yazık ki ne dünyada ne de Türkiye’de vaat ettiği barışa uygun bir atmosferde yaşanamadı. 8 Mart arifesindeki günlere Iraklı üç direnişçi kadının idam edileceği haberi ile girdik. Bağdat’taki el-Kazimiye Hapishanesi’nde infaz gününü bekleyen 31 yaşındaki Vassan Talip, 25 yaşındaki Zeynep Fadıl ve 26 yaşındaki Lika Ömer Muhammed, Irak Ceza Kanunu’nun “Ülkenin bağımsızlığına, birliğine veya ülke topraklarının güvenliğine halel getirmek kastıyla kendi iradesiyle eylemde bulunan herkes, bu eylem doğası gereği böyle bir ihlale yol açtığında, ölümle cezalandırılır” diyen 156. maddesine göre suçlu bulunmuşlardı. 3 Mart tarihinde idamları kararlaştırılmış olmasına rağmen Türkiye’den ve dünyadan çok sayıda kuruluşun desteği ile temyiz süreci dolana kadar infazın ertelenmesi üzerimizde buruk bir sevinç yaratsa da, olayın 8 Mart dolaylarına rastlamış olmasının ardındaki tarihî ironi gözler önüne serildi. Şiddetin kol gezdiği, adalete ve hukuka dair hiçbir güvencenin kalmadığı topraklarda adalet ve güvenlik adına birkaç kadının idam edilmek istenmesi, ancak bölgedeki egemenlerin “kadın hakları” söyleminin sorunsallaştırılması aracılığı ile anlam kazanabilir.
Türkiye özelinde ise “kadın hareketi” ne yazık ki hâlâ iç çelişkilerini aşabilmiş, güçlü ve tutarlı bir söylem tutturabilmiş değil. Tüm kadınların, acılarını ve yoksunluklarını paylaşmaları ya da özgür bireyler olmalarına engel olan her ne varsa karşı çıkmaları, eğer evrensel ve ulusal kültür içerisinde çatışmadan çok bir paylaşım havası doğurabiliyorsa varoluşsal bir çelişki taşımıyor demektir. Diğer bir ifadeyle hareketin politik bir mahiyet kazanması, ancak zengin bir paylaşım kültürüyle mümkündür. Dışlanmaların ve dışlanmışların olduğu yerde politika yapma imkanı zarar görecektir. “Kadın hareketi” açısından düşündüğümüzde Türkiye’de bu paylaşımın önündeki en büyük engel zihinlerdeki modern kadın mistifikasyonudur. Farklı “kadın hareketleri”nin -80’li yıllardan itibaren “kadın hareketi”nin sol söylemin etkisinden yavaş yavaş çıkmaya başladığını ve 90’lı yıllardan sonra çok farklı “kadın hareketleri” ortaya çıktığını biliyoruz- kadın sorunlarını tanımlama noktasında değişik yaklaşımları olmakla birlikte, ne yazık ki politika üretmenin önünü tıkayan böylesine negatif bir ortak algı söz konusudur. Bu sorun Türkiye’nin diğer önemli bir gerçeğiyle, sorunların çözümünün çok az bir farkla kaçırılmasına neden olan ve artık neredeyse yerleşik bir kültür haline gelmiş olan, laik-antilaik çatışması ile eklemlenmiş durumdadır. Laikliğin gerçek anlamının ne olduğu bir yana, bu topraklarda kavramın en kuvvetli yansıması her zaman çağdaş-gerici ya da gelenek-modernite çatışması olmuştur.
Ülkemizde bu yılın en çarpıcı 8 Mart olayı ise TBMM’de yaşanan “şapka krizi” idi. Bir grup laik kadın TBMM’deki 8 Mart konuşmalarını dinlemeye gelmiş ve şapkalarını çıkarmadıkları -dış kıyafete ilişkin ne varsa, çanta, manto vs. vestiyere bırakılması zorunluluğu- gerekçesiyle ilk önce içeriye alınmak istenmemişler; fakat yaşanan arbede sonrası içeriye alınmışlardı. Kapıda bu tartışmaya mahal veren görevlinin bir dış aksesuar olarak telakki ettiği şapkanın Cumhuriyet tarihindeki ideolojik gönderimlerinden ve böylesine bir provokasyona zemin hazırladığından haberi olmadığı şüphesiz. Ama tabii ki bütün kapı görevlilerinin politize edildiği bir süreçten geçmiş Türkiye açısından bu durum cehalet kaldırır türden değil. Asıl çarpıcı olan, laik ve çağdaş Türk kadınlarının şapkalarını savunurken kendilerini içerideki başörtülü kadınlara karşı konumlandırmaları oldu. Bu durumun hatırlattığı, Foucault’nun beden/iktidar analizinden hareketle, “mikrofizik iktidarın alanı olarak bedenin aynı zamanda olayların kaydedilmiş yüzeyi olarak kimlik savaşlarındaki yerini almış olduğu” gerçeği idi. Dış görünüş tam da bu anlamıyla çağdaşlaşan Türkiye’nin her daim hayati bir sorunu olmuştur. İçerideki başörtülü kadına işaret ederek kendilerini başörtülü kadın karşısında konumlandıran şapkalı çağdaş Türk kadınları, müdafaalarında çağdaşlığa ve Türkiyeli versiyonu ile laikliğe müracaat ederek iktidar taleplerini dile getirmiş oldular. Zira laik-antilaik çatışması ile yüzleşmenin en çarpıcı araçlarından biri kılınmıştır başörtüsü hep. Böylece laiklik, kuruluş ideolojisi tarafından doğru siyasetin güvencesi olarak görülmesine rağmen, bu koşullarda bizzat siyaset yapmanın önüne engel olarak çıkmıştır.
“Kadın hareketi”nin bugün Türkiye toplumunda yaşanan kadınla ilgili sorunlara yaratıcı bir öneri sunabilmesinin ilk ve öncelikli şartı ideolojik olarak yaratılan laik-antilaik kamplaşmasına sıkışmaması ve modern kadın mistifikasyonunu aşabilmesidir. İlk kuşak feministler dönemlerinin ruhuna uygun şekilde çağdaşlık adına eşitlikçilik için savaşmışlardı. Eşitlikçi “kadın hareketi”nin, kadınların sosyal yaşama dâhil olmasına dair yaptıkları ve yapmaya çalıştıkları konusunda hakkını teslim etmekle birlikte bugüne ilişkin bir açılım sunamadığını görüyoruz. Çünkü günümüzde kadınların sosyal/siyasal yaşamda eşit haklara sahip olmaları konusunda tüm kesimler neredeyse gizli ya da açık bir uzlaşı içerisinde. Bu noktada hâlâ özellikle bazı toplumsal kesimlerin erkeklerini diğerlerinden daha ‘erkek’ görmenin ve çağdaşlık dolayımıyla söylem üretmenin bir âlemi yok. Eğer bir yoksunluk durumu söz konusuysa bunun kaynağı farklı bir yerde aranmalı. Kadının politika, eğitim, sağlık ve iş yaşamındaki yoksunlukları ile mücadele etmenin yolu olsa olsa hem tüm toplumların paylaştığı ataerkil kodlanmaların hem de zihinsel, ekonomik, sosyal vs. çeşitli düzeylerdeki gelişmemişlik sorunlarının üzerine gitmekle olabilir.
Gerek akademik düzeyde gerekse sivil toplum düzeyinde “kadın hareketi”ne ilişkin tartışmalara -birkaç istisna dışında- bakıldığında, çağdaşlık mistifikasyonunun aşılmasına doğru henüz kapı aralanmadığı görülüyor. Yaratıcı bir paylaşım ortaya koyabilmenin önündeki engeller, dışlayıcı tutumları ne yazık ki yıllar geçtikçe kronikleştiriyor ve tarafları sahte bir politika yapma tarzına hapsediyor.
Paylaş
Tavsiye Et