YILLAR önce hacca gittiğimde, müstehab olduğu için Babüsselam’dan girmek üzere Mescid-i Haram’ı dıştan iki kez dolaştığımızı hatırlıyorum. Kâbe’yle ilk karşılaşmamızın, Efendimizin haccındaki gibi olmasında ısrar etmiş ve Babüsselam’ı fark edemeden geçtiğimiz için, ikinci kez dolaşmıştık bütün kapıları. Onu ilk gördüğümüzde edeceğimiz duayı ezberlemiştik, yine Efendimizin dilinden. Ta atamız Hz. İbrahim’den bize miras kalan bir ibadeti, hem usulüne uygun, hem de güçlü bir maneviyatla ifa etmekti gayemiz. Ve bu maneviyatı artıracak olan şeyin ihlâs; ihlâsı elde etmenin yolunun ise sünnete ittiba olduğu öğretilmişti bize. O yüzdendir, taştan yapılmış küp şeklindeki bu ‘basit’ binaya teveccühümüz.
Kâbe, aslen arzî bir semboldür, yani bu dünyaya aittir. Ama üzerinde bu dünyadan çok az şey taşır. Yeryüzündeki bütün her şeyin, yani eşyanın kökenine ait bir merkezdir Kâbe. Zaman ve mekanın ötesine işaret eden bir merkez… O bizi, ruhlar aleminde, yaratıcımızın huzurunda olduğumuz o zaman-dışı, mekan-dışı âna, o kadîm zamana çağırır. Bu yüzden, bize dünyayı hatırlatacak şeylerden arınarak gideriz Kâbe’ye; mahşere gider gibi.
Peki Kâbe’yi kuşbakışı gören bir otel odası, bizi Kâbe’yle karşılaşmaya hazırlar mı? Ve Kâbe’ye yüz metre yakın da olsak, ona tepeden bakışımız maneviyatımıza bir şeyler katabilir mi? Bu soruyu sormamın nedeni, Kâbe’ye yüz metre mesafede yapılan, hacı adaylarına devre mülk usulü satılan ve yüksekliği nedeniyle New York’taki kulelerden mülhem ‘tower’ adı verilen beş yıldızlı bir otelden bahis açmak istemem.
Mimarî estetikten, dinî unsurların metalaşmasına dek pek çok farklı değişim ve dönüşüme işaret ediyor söz konusu yapı. Öncelikle İslam mimarisinde varolan değerler sisteminin, mimar Turgut Cansever’in ‘relative değerler sistemi’ dediği hususun tamamen altüst edilmesi ile karşı karşıyayız. Değil arzın merkezi olmak gibi bir sembolik değer taşıyan Kâbe’nin yakınına ondan yüksek bir bina inşa etmek, Osmanlı mimarisinde camilerin yakınına bile onların büyüklüğünü gölgeleyecek bina yapılmamıştır. Zira söz konusu değerler sisteminde, geçici olanlarla kalıcı olanlar arasındaki sıralama dünya ve ahiret arasındaki öncelik sıralamasını takip eder âdeta. Geçici olana hiç önem verilmemesi demek değildir bu. Ama geçici olanın güzelliğinde, Bâki olanın kudretini görebilmektir asıl mesele. Ve mimarî de buna hizmet eder geleneksel İslam toplumunda.
Biz, mahallelerimize inşa edilen estetikten uzak camilerden, camilerimizin tepesinden bakan apartmanlardan şikayet ededururken, Kâbe’ye yüz metre mesafede, onu kuş bakışı gören bir kulenin dikilmiş olması, estetik anlayışımızın değerler sistemimizden tamamen koptuğunu gösteren bir örnektir. Peki estetik bu kadar önemli midir? Elbette önemlidir. Çünkü estetik, inancımızdan ayrı bir şey değildir. Eğer estetikle inancımız arasında bir bağlantı kuramıyorsak, ya inancımız yanlıştır ya da sorun bizdedir ve inancımızla estetiğimiz arasındaki bütünlüğü hissedecek vukufiyet ve derinlikten yoksunuzdur. Estetik, varoluşumuzla, insan oluşumuzla, üzerimize aldığımız emanetle doğrudan alâkalı. Çünkü insan, varlığın sorumluluğunu taşıdığı için, varlığı daha güzel yapmakla yükümlü.
Peki güzellik nedir? Burada güzelliğin ve estetiğin felsefesine dalmak değil niyetim. Ama şu kadarını söyleyebilirim herhalde: Boğazın muhteşem siluetini beş yıldızlı gökdelenlerle doldurmak değil güzellik. Tarihî dokusuyla ve tabii güzellikleriyle kendisi bir sembol olan İstanbul’u temsil etmek üzere Ahırkapı civarına yedi yıldızlı bir gökdelen oturtmak da değil. Dubai’nin sembolü, gemi şeklindeki dünyanın tek yedi yıldızlı oteli, evet. Ama Sarayburnu açıklarından bakıldığında, önünü bir gökdelenle kapatarak, Topkapı Sarayı’nı, Ayasofya’yı ve Sultanahmet’i görünmez kılarsanız; İstanbul, İstanbul olur mu? Hacıları rahat ettirmek maksadı arkasına da gizlense, Kâbe’yi aşağılarda bırakan bir gökdelen, nasıl Mekke’nin sembolü olamazsa, yedi yıldızlı bir otel de İstanbul’u sembolize edemez.
Yere yakın, cennetteki huzurun yeryüzüne inmesini niyaz eden bir duruşa sahip alçak gönüllü yapılardan, göklere meydan okuyan bir yumruk gibi uzanan gökdelenlere doğru evrilen çağdaş mimarî, mekân algımızı tüm hoyratlığı ile tarumar ediyor. Ama sadece mekân algımız değil tarumar edilen; bu arada dindarlığımız, dinimizi yaşama şeklimiz de değişiyor. Cennette Peygamber Efendimize komşu olma arzusu, yerini daha somut isteklere, ‘hemen şimdi ve burada’ gerçekleşmesi beklenen isteklere bırakıyor. Bu somutluk ve maddilik isteği de, rahiplerin cennetten arsa satmasını çağrıştıracak bir üslûba yaslanarak, ‘kutsal topraklar’da mülk sahibi olmaya teşvik ediyor müminleri.
Mescid-i Haram’a ve Medine-i Münevvere’ye gitmek, Efendimizin gezdiği toprağa yüz sürmek, nasip olursa orada ölmek ve Cennetü’l-Baki’de defnedilmek pek çok müminin dualarında önemli bir yer tutar. Fakat Mescid-i Haram civarında toprak sahibi olmak, oradan ev almak gibi bir temayül, benim bildiğim kadarıyla tarih boyunca yok. Çünkü Mülk’ün yegâne sahibinin Allah olduğunun en fazla hissedilmesi gereken yer orası.
“Mal sahibi/Mülk sahibi/Hani bunun ilk sahibi” zihniyetinin, yerini, ekonomik değerin her şey olduğu bir zihniyete bıraktığı bir dönem bizim tecrübe ettiğimiz. Ekonomik faaliyet, artık sadece zorunlu bir yaşamsal faaliyet değil; bunun çok ötesinde bir anlamı var. Kişinin ne olduğunu, kim olduğunu belirleyen faaliyeti, öncelikle işi. Karl Polanyi, Great Transformation’da kapitalist çağın, ekonominin en merkezî, en temel insan faaliyeti olduğu bir dönem olduğundan bahseder. Kapitalizmin temelini oluşturan piyasa ilkesi, ekonomik faaliyeti, diğer sosyal hayat alanlarından (aile, devlet, din, ahlak vs.) ayrıştırmakla kalmaz; aynı zamanda onlara üstün de kılar. Yani piyasa ilkesi her şeyden üstündür. Bu kabul, dini de ekonominin kontrolünde, gerektiğinde pazarlamada kullanılacak bir meta düzeyine indirger. Dînî unsurların metalaşması, piyasa açısından gereklidir. Kutsallar da satılığa çıkarılabilir. Böylece sahip olmak ve tüketmek üzerinden yeni bir dindarlık tanımı ortaya çıkar kapitalist toplumda.
Mescide yakın olabilmek, her balkona çıkışta “Kâbe’yi görebilmek” (ama tepeden) ve ibadetlerini beş yıldız konforunda yapabilmek... Bunlar, devre mülk oteli pazarlayanların öne sürdükleri, oldukça ‘dînî’ gerekçeler gibi duruyor. Ama çok şükür ki, bunun dinle de, Kâbe aşkıyla da pek alâkası olmadığı hissini ve bilgisini muhafaza edenler ve bize ulaştıranlar var.
Paylaş
Tavsiye Et