DÜNYA’NIN sayısal olarak en büyük demokrasisi olmasıyla anılan ve İngiliz sömürge yönetiminden bağımsızlığını kazandığı günden bu yana üç kuşaktır Gandhi adı ile (Mahatma-Indra-Rajiv) özdeşleşen dev ülke Hindistan, geçtiğimiz haftalarda ciddi ve umulmadık siyasal değişimlere yelken açtı. Mayıs ayının ikinci haftasında yapılan genel seçimlerde Hindu milliyetçi BJP’nin Atal Bihari Vajpayee liderliğinde beş yıldır yürüttüğü koalisyon hükümeti, Hindistan’ın bağımsızlık döneminin ilk kırk yılına damgasını vuran Kongre Partisi karşısında ağır bir yenilgiye uğradı. Uzun yıllar ülkeyi tek başına yönetmeye alışmış olan Kongre Partisi, ilk kez tek parti hükümeti kurma lüksüne sahip değil; çünkü aldığı oy oranının sonucu olarak, yaklaşık on beş partiden oluşan kompleks bir koalisyona hükümet etmek durumunda. Ancak Hindistan’ın ‘efsane’ partisinin Gandhi hanedanının aktif politikaya girme noktasında uzun zaman çekimser kalan ‘gelini’ Sonia Gandhi liderliğinde iktidara yürümüş olması bile başlı başına bir sosyo-politik ‘vakıa’ olarak değerlendirilebilir.
Aslen Katolik bir İtalyan olan Sonia Gandhi’nin, Rajiv Gandhi ile evliliği ertesi dahil olduğu Hindistan’ın ‘royal ailesi’nde kayınvalidesi Indra ve kocası Rajiv Gandhi’nin siyasi suikastlarda öldürülmeleri sonucu trajik dönemler geçirdiği ve acısını Hindistan halkı ile bütünleşerek aşmayı öğrendiği, seçim süreci ve öncesinde çokça kullanılan bir halkla ilişkiler malzemesiydi. Fakat, Sonia Gandhi’nin Nostradamus’un kehanetlerini haklı çıkarırcasına İtalyan kökenli biri olarak Asya’nın en büyük ikinci ülkesini ciddi olarak yönetebilecek konuma gelmesi özellikle milliyetçi Hindu partilerin tetiklediği kimlik-eksenli karşı propagandayı da güçlendirdi. Nihayetinde Sonia Gandhi, ailesinin siyasi cinayetler konusundaki hassasiyetini mazeret göstererek başbakanlığı ve hükümet kurma görevini reddetti ve Kongre Partisi’nin başkanı olarak gelişmeleri arka plandan yönlendirmeyi tercih etti. Kendisinin yerine başbakanlık görevini ise seçim zaferinin ardından Ekonomi Bakanlığı’na getirilmesine kesin gözüyle bakılan 79 yaşındaki Oxford eğitimli ekonomist Manmohan Singh üstlendi. Bu gelişme Hindistan tarihinde ilk defa Sih inançlı bir başbakanı iktidara taşıdığı gibi, 1990’lı yılların başlarında ülkeyi devletçi ekonomik yaklaşımlardan uzaklaştırıp global ekonomi ile entegrasyona yönelten ekonomik reformların mimarı Singh’i de ekonomik kalkınma stratejisini belirleyebileceği bir makama tekrardan taşımış oldu.
Hindistan’da buraya kadar anlattığımız siyasal gelişmelere zemin hazırlayan uzun dönemli sosyo-ekonomik trendlere de kısaca bir göz atmakta fayda var. Dünya üzerindeki bilgisayar (software) mühendislerinin üçte birine ve aynı zamanda dünyada açlık sıkıntısı çeken insanların dörtte birine ev sahipliği yapan ilginç bir tezatlar ülkesi Hindistan. Kast elitleri ve yeni dönem zenginlerinin Amerika ve Avrupa’daki karşıtlarından daha gösterişli yaşadığı, ancak fakirliğe mahkum taşra bölgelerinde mahrumiyet standartlarının da Afrika ile boy ölçüştüğü bir coğrafya. ‘Dijital devrim’, bilgi toplumuna geçiş ve global entegrasyonu en derin sosyal adaletsizlikler ve ihmaller ile bir arada tecrübe eden ve sınır komşusu Çin’dekinden belki daha derin çizgilerle bölünmüş bir toplum yapısına sahip bir ülke aynı zamanda.
Son beş yıldır Hindistan’ı idare eden ve normal süresini tamamlayabilen ilk koalisyon hükümeti olarak tarihe geçen Vajpayee liderliğindeki milliyetçi BJP ve ortakları, dünyanın en büyük ikinci nüfusunu yönettiklerinin bilincinde olarak mevcut sosyo-ekonomik eşitsizlikleri olduğu gibi kabullenmiş ve özellikle bilişim ile servis sektörlerine dayalı bir ekonomik büyüme stratejisini uygulamaya koymuşlardı. Bir ölçüde Çin’de uygulanan ‘coğrafî ve sektörel yoğunlaşma’ üzerine kurulu bu strateji, Yeni Delhi, Bombay, Haydarabat gibi kalabalık metropolleri Pekin, Hong-Kong, Şangay tarzı ekonomik merkezlere çevirmeyi hedef aldı. Yılda yaklaşık iki milyon üniversite mezunu yetiştiren Hindistan’ın sahip olduğu zengin kalifiye insan potansiyeli ve gerek Amerika, gerekse Avrupa’daki diaspora toplulukları ile olan ilişkilerini ekonomikleştirmesi sonucu yüksek bir büyüme hızı yakalanarak özellikle büyük kentlerdeki orta sınıfların refah artışı gözle görülür bir ivme kazandı. Bu bağlamda son seçimlere mutlak galibiyet parolası ile hazırlanan BJP’nin ana seçim sloganının ‘Shining India’-‘Parıldayan Hindistan’ olması, Vaypayee ve ekibinin zenginleşen orta sınıflar ile partinin geleneksel milliyetçi tabanından alınacak oyların tekrar seçilmek için yeterli olacağına dair inançlarını yansıtmaktaydı.
Ancak iktidarı boyunca temel sağlık, eğitim, istihdam ve sosyal güvenlik ihtiyaçlarını fena halde ihmal ettiği ‘çevre’ seçmenlerden ağır bir tokat yiyen BJP liderliğindeki koalisyon, seçim gecesi zafer kutlamaları yerine Vaypayee’nin ‘onurlu veda’ konuşması ile yetinmek zorunda kaldı. Türkiye’de AKP’nin 3 Kasım 2002 seçimlerindeki zaferine yansıyan ve iktidar partilerine yönelik yaygın demokratik tepkiyi örnekleyen seçmen tavrının bir benzeri Hindistan’da ekonomik-teknolojik değişim projesince dışlanan kırsal kesim seçmenleri tarafından gerçekleştirildi. AKP benzeri dönemin ‘yükselen değeri’ sayılabilecek siyasi hareketlerin yokluğunda demokratik tepki, bağımsızlıktan bu yana oy verme hakkını kutsal gören pek çok seçmenin ‘ilk göz ağrısı’ Kongre Partisi’ne kanalize oldu. Bu partinin başında kimlik kökeni ne olursa olsun, Gandhi soyadlı bir liderin olması da Türkiye’de Tayyip Erdoğan’ın kişisel karizmasının icra ettiğine benzer bir manyetik cazibe merkezi oluşturdu. Bunun bilincinde olarak Kongre Partisi adına yeni koalisyon hükümeti kuran Manmohan Singh, ‘Ortak Minimumlar Programı’ adı verilen bir reform programı çerçevesinde ilk önceliklerinin sağlık, eğitim, sosyal güvenlik ve tarımsal kalkınma merkezli sosyal politikalara ağırlık vererek kronik sosyal adaletsizliği azaltmak olacağını vurguladı.
Yakın zamana kadar Hindistan’ın ekonomik kalkınma stratejisi, dinamik ‘Asya Kaplanları’nın arasında kalmış ağır, hantal, ancak istikrarlı bir file benzetilirdi: Çok atak, değişimci ve agresif değil; ancak dışarıdan gelecek darbelere karşı inatçı ve dayanıklı. Belki de bu sayede, ekonomik liberalleşme reformlarını zamana yayan Hindistan, çok hızlı liberalleşen kimi komşuları gibi derin ekonomik kopmalar yaşayıp uluslararası krizlerle savrulmadı. Ancak uluslararası direkt yatırım akışlarında son yıllarda oluşan trendler, Çin ile birlikte Hindistan’ı büyük çaplı yatırımlar için en cazip ülkelerden biri haline getirdi. Çin hem daha büyük bir ekonomik kapasiteye ve daha parlak kalkınma istatistiklerine sahip, hem de totaliter yapısı nedeniyle sosyal taleplere kapalı. Ancak Hindistan modeli, tüm kusurlarına rağmen temelde demokratik temsile dayalı bir siyasal sistem ile uluslararası rekabet gücünü artırıp sosyal adaletsizlikleri azaltmayı önceliyor. Global ekonomiyle pragmatik entegrasyon rekabetindeki bu iki Asya gücünün en azından Hindistan tarafında daha pek çok siyasal depremin yaşanacağı kesin gibi görünüyor.
Paylaş
Tavsiye Et