Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Toplum
Başörtüsünün “sorun”sallaştırılması ve tartışmaların dili üzerine
Nazife Şişman
AİHM’in Leyla Şahin davası ile ilgili kararı, bazıları için kamusal alanda başörtüsü tartışmalarının sonuna işaret ediyordu. AİHM bile olumsuz karar verdiğine göre, Türkiye’de kamusal alanda başörtüsünün yasak olmasının meşruiyeti sorgulanamazdı. Bazıları içinse bu, bir özgürlük mücadelesiydi ve bir kurum olumsuz karar verdi diye, hiç kimse özgürlüklerinden vazgeçmezdi. Tartışmalar yeniden alevlendi. AKP bile “öncelikli mesele”si olmayan konuda tartışmanın içine çekildi. Gündelik siyaset kaygısı, her zamanki gibi meselenin üzerini örttü. Halbuki, bizim berrak düşüncelere ihtiyacımız var. İsmet Özel, “berrak düşüncelere varmak istiyorsak, ortamın kafamızı niçin bulandırdığını bilmek zorundayız” diyor. Başörtüsü neden tartışma konusu? Bu konuda neden zihnimiz bulanık? Berrak düşüncelere varmak için, öncelikle bu sorular cevaplandırılmalı.
Son yıllarda yoğun gündem oluşturması nedeniyle, başörtüsünün hep “sorun” teşkil ettiği şeklinde yaygın ve yanlış bir kanaat var. Halbuki Batılı edebî metinlerde bile, 18’inci yüzyıl öncesine bakıldığında, Müslüman kadınla ilgili anlatıda peçe ya da örtü hiç de öne çıkan bir unsur değildir. M. Kahf, Western Representation of Muslim Women’da bu hususu tarihsel süreç içinde örnekleriyle aydınlatır. Fransız şansonlarında (12-13’üncü yüzyıl) Müslüman kadın kahramanlar örtüleriyle değil, güç ve zenginlik gibi özellikleriyle yer alırlar ana çerçeve içinde.
Ne zaman ki Batı, İslam dünyası üzerinde hakimiyet kurma yolunda ciddi kazanımlar elde eder, işte o zaman Müslüman kadınla ilgili Batılı anlatı, örtüyü temel alan bir ‘ezilme’ söylemine dönüşür. Yabancı seyyahların yazdığı harem tasvirleri, ana kaynağını oluşturur bugün yaygın kabul gören bu söylemin. Yani kadın ve örtü ile ilgili tartışma, doğrudan doğruya oryantalist ve sömürgeci bir maziye sahiptir.
İslam dünyasında ise tesettür, çok tabii bir olgu kabul edildiğinden, tartışmaya mahal bırakmayacak bir netlikte sadece fıkıh kitaplarında yer alır. Bunun dışında, ne tesettürün mahiyeti, ne de gerekliliğine dair bir tartışmaya ve fikir ayrılığına rastlanmaz klasik dinî kaynaklarda.
Ama yüz yılı aşkın bir zamandır, Müslüman kadınların örtüsü çeşitli zeminlerde tartışma konusu. Tesettürün tartışmalı bir konu haline gelmesi, İslam dünyasının Batı’nın meydan okuması karşısında kendini algılama ve değerlendirme hususunda yaşadığı kırılma ile doğrudan alakalıdır. Askerî yenilgiler ve sömürgecilik sonrası hissedilen ‘gerilik’ de bu konuda tartışmalara yol açan en önemli unsurlardan biridir.
Avrupa medeniyetinin meydan okuması karşısında kendisini sorgulayan reformist aydınlar için asıl düşman, ‘yabancı’, yani sömürgeciden ziyade, bu yenilgiye neden olan ‘gerilik’ idi. Modernleşme tecrübemizi, işte bu gerilikten kurtulma yolunda atılan adımlar şeklinde özetlememiz mümkün. Geriliğin en fazla hissedildiği alan, daha sonraları sembolik bir anlam da kazanacak olan kadınla ilgiliydi. Kasım Emin’in, İslam dünyasında kadın hakları ile ilgili yazılan ilk kitap olarak kabul edilen Tahrir’ül Mer’e’de (1899), toplumun transformasyonu için kadınların peçeden kurtarılması gerektiğini söylemesi, işte bu nedenle tesadüf değildir. Toplumun geriliği ile ilgili tartışmaların hem zemini, hem de nesnesi olmuştur örtü.
Bu nedenle, tesettürün tartışılmaya başlanmasının, bizim nasıl modernleştiğimizle, modernleşmemizde öne çıkan kavramlarla ilintisini kurmak gerekmektedir. Modernleşmeyi Batılılaşma olarak yaşayan Türkiye’de, Batılı hayat tarzını yakalayamamanın bir göstergesi olarak değerlendirilmiştir hep başörtüsü. Bu nedenle, ‘gerilik’in sebebi olarak karşı çıkmıştır modernleşmeci elit başörtüsüne. ‘Barbar Doğu’ya ait ve ‘uygar Batı’ya ulaşma yolunda kurtulunması gereken bir simgedir örtü.
Başörtüsü karşıtlığı, kökleri modernleşme tecrübemize uzanan ve Türkiye Cumhuriyeti devletinin, kuruluş dönemi reflekslerinden beslenen bir tutumdur. Ve daima sembolik bir önem taşımıştır. İlk olarak örtü, reddedilmeye çalışılan Osmanlı-İslam mirasına geri dönüşün, yani “Müslüman gericiliğin” simgesidir. Diğer taraftan, kadınların yüzünün ve başının açıklığının, Osmanlı’ya karşı ve Osmanlı mirasının reddi üzerine kurulan yeni Türk-ulus kimliğini sembolize eden bir özelliği vardır. Yani modernliğin ve Batı medeniyetiyle bütünleşmenin göstergesidir, örtüsüz kadın. Modernliğin ve laikliğin tanımı görüntüler üzerinden yapıldığından, çağdaş Batılı giyim, yani örtünün yokluğu, İslam’ın kamusal alandan ihracının da simgesidir aynı zamanda.
1980’li yıllarda genel olarak dünya gündeminde ‘yükselen İslam’ şeklinde kendisini gösteren siyasal konjonktür, yeni bir boyut ekler bu simgeleştirmeye. Fundamentalistliğin, yani köktendinciliğin ve şeriat esaslarına dayalı baskıcı bir rejim taraftarlığının sembolü olarak görülmeye başlanır başörtüsü. İran Devrimi, Taliban rejimi, Cezayir’de İslamcıların seçimleri kazanması ve 11 Eylül Olayları, uluslararası alanda bu sembolleştirmeyi destekleyen gelişmelerdir ve bir merdivenin basamakları gibi işlev görürler. İran Devrimi’nde öne çıkan kaleşnikoflu kadın figürleri, burkaya hapsedilen Afganlı kadınlar ve Filistin’de canlı bomba olan fedai genç kızlarla beslenir bu kaygı yüklü algı. Ve tesettür, vahşetin, despotizmin, ‘terör’ün sembolü olur.
 
Cumhuriyetin Kamusal Alanı’nda Başörtüsü
Türkiye’de, Cumhuriyet döneminin kamusal alan anlayışında başörtüsü, ancak ‘din ve vicdan özgürlüğü’ çerçevesinde bir meşruiyet kazanabilir. Fakat kamusal alan, dinî sembollerin yer almaması gereken seküler bir alan olarak belirlenmiştir. Bunun da ötesinde, Batılı hayat tarzının tecelli ettiği kutsal bir mekan gibi kabul edilmiştir. Bu nedenle, bu özgürlük kamusal alan için söz konusu değildir. Zaten laikliğin tanımı da Batılı hayat tarzının biricikliğini önceler. Ve bu öncelik nedeniyle, dinî ibadet ve sembollerin kamusal izharı, hem laikliğe aykırı bir durum olarak algılanmıştır, hem de rejime tehdit olarak.
Peki bu özgürlük, kamusal alan için geçerli değilse, nerede yaşama alanı bulacaktır? Elbette özel alanda. İşte yetkili mercilerden “evlerinde başlarını örtmelerine kim karışıyor” şeklinde hem ironik, hem de komik çözüm önerileri gelmesinin ardında, dini tamamen özel alanla sınırlayan bir laiklik anlayışı yer almaktadır. Dinin ibadet ve muamelat kısımları kamusal alandan dışlandığında, geriye sadece vicdanla sınırlı bir din anlayışı kalır. Yani ‘din ve vicdan özgürlüğü’ olarak Anayasa’da yer alan madde, dinî, sadece vicdan düzeyinde ele alan bir anlayışa izin verdiğinden, dinî vecibe gereği kamusal alanda başını örtmek bu özgürlük tanımının kapsamı dışında kalır. 
Cumhuriyetin kamusal alan anlayışı, birtakım farklılıkları bünyesinde barındırsa da, klasik Batı modernitesinin kamusal alanından pek farklı değildir. Farklı kimliklerin temsiline izin vermeyen; dinî, etnik ve cins kimliklerini dışarıda bırakan bir ‘vatandaş’ tanımından yola çıkar bu kamusal alan anlayışı. Başörtüsü de dinî bir sembol olduğundan, belli bir kimliğin göstergesi olarak yeri yoktur kamusal alanda. 
Modern kamusal alanda üst çerçevenin seküler olarak belirlenmesi, dindarların taleplerini, bizzat dinlerinden yola çıkan bir meşruiyet zeminine oturtmalarını imkansızlaştırmaktadır. Bu imkansızlık karşısında dindarlar bu taleplerini, dönemsel olarak din ve vicdan özgürlüğü, anayasal hak, bireysel hak, grup hakkı, farklılık talebi adı altında değişik şekillerde ifade etmek durumunda kalmaktadırlar.
1990’lı yıllardan itibaren Türkiye’de de çoğulculuk tartışmalarına paralel olarak ‘başörtüsü meselesi’, artık din ve vicdan özgürlüğü çerçevesinde değil, farklı kimliklerin temsili, ‘hayat tarzları’na saygı, kadın hakları vs. çerçevesinde ele alınmaya başlanmıştır. Burada dikkati çeken husus, dinin kendi emrettiği pratiklerin ve seçimlerin bile, ‘hayat tarzları seçimi’nin tamamen seküler diliyle sunuluyor olmasıdır. Bu dilin özelliklerini, en bariz şekilde eşcinsel haklarının savunuluşunda tespit edebiliriz. Böylece doğrudan dinin emrettiği bir pratik olan baş örtme, bugün sosyal ve siyasal zeminde bu pratiğin mantığına uygun bir dil ve üslupla, yani doğrudan dinin kendi referanslarına müracaatla tartışılamamaktadır.
Pek çok dindar insan, kendi özel inançları olmasına rağmen, liberal-demokratik devletin kamusal arenasında, ahlakî hoşgörünün seküler dilini kullanmak zorundadır. Yani çoğunluğunu Müslümanların oluşturduğu bir toplumda bile, kişi, dinî uygulamalarını meşrulaştırmak için, muhalif gruplara ve azınlıklara yurttaşlık hakları tanınmasını referans göstermek zorundadır. Çünkü sekülerliğin üst dil olduğu bir ortamda, kendi özel ahlakından ve dinî görüşünden kaynaklanan bir hak talebinde bulunması mümkün değildir.
Çağdaş ahlak felsefesini konu edinen pek çok çalışma, evrenselliğin sekülerliği zorunlu kıldığını tartışmaz bile. Seyla Benhabib, çağdaş ahlak felsefesine katkı olması amacıyla kaleme aldığı Modernizm, Evrensellik ve Birey adlı kitabında seküler dilin evrenselliğinin tartışılmaz olduğunu, örnekleriyle gözler önüne serer. Mesela Amerika’da yaşayan Mormonlar, tatbik ettikleri çok eşliliği, kadınlar arası dayanışma gibi feminist jargondan ödünç aldıkları ifadelerle meşrulaştırmak zorunda kalırlar. Zira yaşadığımız dünyada, Batı merkezli evrensellik her ne kadar tartışılsa ve yerel uygulama ve değerler kabul görüyormuş hissi uyandırılsa da, çağdaş etik seküler bir dile sahiptir. Çünkü çağdaş dünyanın üst referans çerçevesi sekülerdir.
Yani seküler dil, evrensel olarak kabul edilir. Bu ne demektir? Bu, sizin dininizle ilgili bir uygulamayı meşrulaştırırken, seküler bir gerekçeye başvurmak zorunda olmanız demektir. Mesela, Müslüman bir kadının başını örtüşünü, Allah’a kulluk gibi kendi dinî referanslarına müracaatla ne anlaşılır kılması mümkündür, ne de meşrulaştırması. Ancak, birey olma, erkeklerin estetik dayatmalarından özgürleşme ya da ‘farklı hayat tarzı’ gibi geç modern dönemin genel kabul gören referanslarıyla açıklamak zorunda kalır bu uygulamasını.
Bu durumda, sekülerliği üst dil olarak benimseyenler, konfordan vazgeçip, ‘özgürlükçü’ olduğunu varsaydıkları tutumlarının baskıcı niteliği üzerinde biraz düşünmeliler. Diğer taraftan, dindarlar da dindarane yaşam taleplerini, içinde yaşadıkları toplum için anlaşılabilir bir üsluba kavuşturmaya çalışırken; bunu, kendi dinlerinin dışında, hatta ona muhalif bir meşruiyet zeminine taşımadan başarabilmenin gayreti içinde olmalılar.

Paylaş Tavsiye Et