Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Dosya
İran’ın nükleer kapasitesi mercek altında
Sadık Ünay
ABD BAŞKANI George W. Bush’un ‘şer ekseni’ terimini kullandığı ünlü konuşmasından sonra ‘teröre karşı global mücadele’nin doğal muhataplarından biri olarak yansıtılan İran, önümüzdeki aylarda Amerikan dış politikasının ana hedefi olmaya namzet.
Bu bağlamda İngiltere, Fransa ve Almanya’yı kapsayan Avrupa Birliği troykasının, İran’ın nükleer kapasitesi ve kitle imha silahları üretme niyeti bahane edilerek bölgeye ikinci bir askerî operasyon yapılmasını engellemek üzere, geçtiğimiz Ekim ayında Tahran’da, İran’la dışişleri bakanları düzeyinde imzaladıkları anlaşma ilk etapta büyük bir aşama olarak değerlendirilmişti. Hem nükleer silahların yayılmasının engellenmesi, hem de son zamanlarda prestij ve etki kaybına uğrayan geleneksel Avrupa diplomasisinin canlandırılması açısından sembolik bir önem atfedilen bu anlaşma, uluslararası çevrelerde Rumsfeld’in deyişiyle ‘yaşlı Avrupa’nın Orta Doğu’da potansiyel hedef olarak görülen ABD karşıtı bir rejimi, diplomatik yollarla barışa ikna edebildiğinin göstergesi olarak yansıtılmıştı. Ancak bunun prematür bir iddia olduğu aradan geçen zamanda anlaşıldı.
Uzun bir aradan sonra İran yönetimi tarafından nükleer tesislerde inceleme yapmalarına izin verilen Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı (IAEA) uzmanlarının raporları, nükleer bomba yapımının altyapısı için elzem olan uranyum zenginleştirme programının beklenenden çok daha ileri bir aşamada olduğunu belgeledi. Görülen o ki, İran’ın nükleer glasnost politikası, Avrupalıların nükleer programla ilgili şüphelerini gidermeye ve ABD baskısı sonucu uzun zamandır IAEA’da liste başı olan İran’ın ‘bad boy’ imajını değiştirmeye yetmemişti. İran yönetiminin duruma tepkisi ise AB troykasına hayal kırıklığı tonunda bir mesaj yazarak anlaşmanın iptal edildiğini bildirmekten ibaretti. İran’da Temmuz ayının sonunda, ham uranyumu işleyerek nükleer materyale dönüştüren santrifüj parçalarının üretimine ve bu santrifüjlere enjekte edilerek zenginleştirilebilen uranyum hexaflorid gazıyla ilgili testlere başlandığı açıklandı. Elbette, İranlı yetkililer yapılan tüm nükleer çalışmaların başta elektrik üretimi olmak üzere sivil amaçlı gerçekleştirildiğini sıkça vurguladılar.
Gelişmelerden kaygılanan AB troykası Paris’te acil bir toplantı organize ederek İranlı muhatapları ile durum değerlendirmesi yaptıysa da, toplantıya tarafların dışişleri bakanları düzeyinde katılmamaları daha başlangıçta, çıkacak sonuçtan pek de umutlu olunmadığını işaret etmekteydi. İran’lı muhatabı Kemal Karazi ile hem AB, hem de Atlantik eksenini temsilen uzun zamandır yoğun bir diyaloğu sürdüren İngiliz Dışişleri Bakanı Jack Straw’ın, diplomatik sürecin geldiği nokta konusundaki umutsuz tavrı ve iplerin kopma noktasında olduğu iması da gözlerden kaçmadı. Zaten İran’la diplomatik ilişkisi olmayan ABD yönetiminin Avrupa diplomasisinin etkinliğini sorgulayıcı söylemleri ve kendilerinin çoktan ‘kara liste’ye aldıkları bir rejim ile direkt görüşme yönteminin beyhude olduğu yönündeki telkinleri diplomatik süreci iyiden iyiye zayıflatmış durumdaydı. Bu noktada, ABD yönetimindeki neocon ekibin Avrupa diplomasisinin çöküşünü memnuniyetle izledikleri ve muhtemel bir askerî operasyonun altyapısını hazırlayabilmek için konunun bir an önce Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde ele alınıp İran’a karşı yaptırımlar uygulanmasını istedikleri uzun zamandır biliniyor.
Hâlihazırda İran’ın nükleer faaliyetleri ile ilgili geniş kapsamlı bir rapor hazırlayan IAEA’nin bulguları bu anlamda uluslararası mekanizmaların hareketlenmesi açısından büyük önem taşıyor. Ağustos ayının sonunda yayımlanacak bu rapor, İran’ın nükleer çalışmalarının şeffaflığı konusunda uluslararası toplumla işbirliği düzeyini inceliyor ve bundan sonraki dönemde yapılabilecek çalışmalarla ilgili tekliflerde bulunuyor. Bu raporun, Eylül ayında Viyana merkezli IAEA’nin Yönetim Kurulu’nda tartışılması ve bundan sonrası için bir hareket planı belirlenmesi bekleniyor. Kurulun ilk etapta inisiyatifi Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ne bırakmakta isteksiz olduğu biliniyor, ama burada da ABD’nin uyguladığı çok yönlü baskı, iç prosedürleri hızlandırıp konunun BM’ye beklenenden erken bir tarihte gelmesini sağlayabilir. ABD Dışişleri Bakanı Colin Powell, İran’ın nükleer programının BM Güvenlik Konseyi’nde görüşülmesinin gittikçe güçlenen bir ihtimal olduğunu belirterek düğmeye çoktan basmış bulunuyor.
Bush yönetimi, İran’ın AB troykası ile diplomatik görüşme sürecini terk etmesini bir ‘kötü niyet’ ifadesi olarak kullanıp çok yönlü baskı politikasını artan bir şiddette uygulamaya kararlı görünüyor. ABD dışişlerinin etkili şahinlerinden John Bolton gibi figürler, BM’nin etkisiz kalması durumunda İran’a karşı askerî güç kullanımının meşruiyetini ispatlama noktasında gittikçe yoğunlaşan lobi faaliyetlerini sürdürmekte. İran’ı, nükleer silah yapımında Kuzey Kore (şer ekseninin diğer bir üyesi) ile işbirliği yapmakla suçlayan Bolton, bunun engellenmesi için ‘ekonomik yaptırım, ambargo ve hatta daha sert yöntemlerin’ uluslararası toplum tarafından bir an önce hayata geçirilmesi gerektiğini belirtiyor. Diğer taraftan, başkanın güvenlik danışmanı Condoleezza Rice, CNN, NBC ve Fox News’e bir hafta içinde arka arkaya verdiği röportajlarda bu sonbaharda İran’a karşı son derece sert tedbirler alınacağını ısrarla vurguluyor. Rice’a göre; Tahran yönetiminin nükleer programı sürdürme kararlılığına karşı çıkma noktasında, uluslararası toplum nezdinde bir konsensüs oluşmuş durumda. Avrupalı merkezlerde bundan sonra İran’a karşı nasıl bir strateji izleneceği henüz netleşmemiş olsa da, ABD yönetiminin de facto baskı imkanlarını kullanarak konuyu gündemde tutmaya çalışacağı kesin. Nitekim, Japonya’nın Azadegan bölgesindeki petrol kaynaklarına yapmayı planladığı 3 milyar dolarlık yatırımı iptal etmesi, Rusya’nın da sivil amaçlı bir reaktör projesinden vazgeçmesi için Washington tarafından ikna edilmeye çalışılması, yakın dönemde İran’ı bekleyen kademeli izolasyon sürecinin habercisi adeta.
Elbette ki, ABD ile İran arasındaki birikmiş kompleks problemleri sadece İran’ın nükleer programına indirgemek mümkün değil. Amerikan yönetimi tarafından İran’a yöneltilen başlıca suçlamalar; nükleer program yanında Irak’taki Şii ayaklanmasını tahrik etmek, İsrail karşıtı grupları (Hizbullah gibi) desteklemek, ve el-Kaide örgütüne karşı müsamahakâr bir tavır takınmak gibi unsurları da kapsıyor. Diğer taraftan, İran’ın nükleer kapasitesi ulusal güvenliği için ciddi bir tehdit oluşturmaya başladığı anda İsrail’in tek taraflı olarak İran’daki nükleer tesisleri vuracağını açıklayan Şaron yönetiminin de Washington’daki agresif atmosferden ziyadesiyle istifade ettiği aşikar. Bu bağlamda, Irak Savaş’ından önce gerek Condoleezza Rice’ın gerekse Pentagon’daki etkili isimlerin, 1981 yılında İsrail’in Irak’ın Osirak bölgesindeki nükleer reaktöre karşı gerçekleştirdiği saldırıdan övgüyle bahsederek, bu saldırının Saddam Hüseyin’in nükleer programını engelleme noktasındaki önemini vurgulamaları unutulmuş değil.
Gelinen kritik noktada, sonbahardaki başkanlık seçimlerini kazandığı takdirde İran konusunu birinci öncelik olarak ele alacağını gizlemeyen Bush ve neocon ekibinin stratejik gündemi karşısında, İran yönetiminin takınacağı tavır –elbette ki seçim sonuçları ile birlikte- hayati önem kazanıyor. İran’da diyalog yanlısı Hatemi’ye karşı geçen seçimlerden güçlenerek çıkan muhafazakâr kanat, ‘rejim değişimine karşı tek sigorta’ olarak gördüğü bir nükleer bomba fikrine, Saddam ve Taliban gibi iki bölgesel risk unsurunun ortadan kalktığını da düşünerek, sonuna kadar sadık mı kalacak; yoksa ABD’den sonra Avrupa tarafından da izole edilme riskine dayanamayıp geri adım mı atacak? Bu sonbahar, kuşkusuz önemli gelişmelere gebe.

Paylaş Tavsiye Et