İNSAN, beşer olarak ‘varlık denizi’ne bırakılmış, fırlatılıp atılmış ya da gönderilmiş herhangi bir şeydir, herhangi bir canlıdır. Bu denizde batmamak, kaybolmamak, yok olmamak için insanın bir ‘binek’e ihtiyacı vardır. Bu ihtiyaç, içerisinde bulunulan devasa ‘su’dan hareketle karşılanacak bir özellik göstermez; tersine bizatihi insanın nutkiyetinden [akıl ve dil sahibi olmasından] kaynaklanan bir çözümle giderilir. Bu ihtiyacın giderilmesi hayatın idamesi için elzemdir; tersi durumda insan, var olamaz. Tarihî tecrübe gösteriyor ki, insanı varlık denizinde yok olmaktan kurtaran bu binek, nutkiyetin tecessüm etmiş hali, yani insanın bütüne ilişkin sahip olduğu dünya görüşüdür. Dünya görüşü ya da başka bir deyişle anlam dünyası, kavramlardan örülü, bütüne ilişkin, hayatın anlamına ait şema/lar/dır. Bu nedenle kavram-örgüsü, hayatını sürdürmesi için insanın sahip olması gereken, olmaz ise olmaz temel bir koşuldur. Bu kavram-örgüsü, kimi insan için bir kütük, kimi için bir kano, kimi için bir kayık, kimi için küçük bir gemi, kimi için ise son derece gelişmiş büyük bir gemi olabilir; ancak hiçbir insan, yapısının karmaşıklığı ne olursa olsun böyle bir binekten, varlık denizinde batmamak için muaf olamaz. İnsanın olduğu her yerde bir kavram-örgüsü var olmuştur, vardır ve var olmaya devam edecektir. Kavram-örgüleri son derece organiktir; her bir kavram diğeriyle, önceden belirlensin ya da belirlenmesin, öngörülsün ya da öngörülmesin bir ilişkiye sahiptir; kısaca bir kavram-örgüsünde her kavram her kavramla ilişkilidir. Bu nedenle bir kavram-örgüsünde herhangi bir kavramın bilinçsizce değiştirilmesi, atılması, terk edilmesi bütün bir örgüyü ciddi şekilde etkileyecek dönüşümleri tetikler.
İnsanın “toplum içerisinde birey” biçiminde tanımlanan durumunu -şimdilik- tartışmaksızın şu söylenebilir ki, hem tek tek kavramlar, hem de bir bütün olarak kavram-örgüsü nutkiyetin, aklın ve idrakin cetveli, pergeli, gönyesi, teleskopu, mikroskobu vb. gibidir. Nasıl ki bu âlet ve edevatın sorunlu olması durumunda tasvir ve temsil ettikleri ‘şey’ de sorunludur; benzer biçimde kavram-örgüsünün yapısında sorun olan kişi de ‘şey’i bu sorunlu yapıya uygun olarak görecek, idrak edecek ve inşa edecektir; başka bir deyişle insanın kavram-örgüsü nasıl ise dünyası da öyledir. Öyle ki bir kavram, evet yalnızca bir kavram, dünyayı kurtarabilir ya da batırabilir.
Tek bir kavramın bütünü yırtan bir etkiye sahip olduğu söylenebilir; bütünü beyaz bir kağıt gibi düşünürsek, öyle bir kavram ileri sürülebilir ki, ya bu beyaz kağıdı daha beyaz ya da daha siyah kılar. Günlük hayatımızda tanıdığımız bir kişi için bir ortamda ‘hırsız’ dendiğini düşünelim; yalnızca bu kavram o kişinin tasavvurumuzdaki yerini altüst eder; ya da tersine kendisine ‘veli’ dendiğini tasavvur edelim; benzer biçimde katımızdaki yeri bambaşka olacaktır. Kavram’ın ve kavram-örgülerinin, sadece idraki değil, hisleri de nasıl etkilediği açıktır: Bir kavram bazen bir hayat kurtarır bazen söndürür. Dünyada yalnızca günlük hayat değil, siyasî, iktisadî, ilmî, hatta askerî hayatın kavramlar üzerinden yürüdüğünü, insanların birbirlerini ‘karalamak’ ya da ‘aklamak’ için kavramları fırça olarak kullandıklarını görürüz. Coğrafî anlamda ülkeler maddî bakımdan silahlarla tarumar edilirken, kültürler ve medeniyetler manevî bakımdan kavramlarla çökertilmektedir. Bu nedenlerledir ki silahlarla ele geçirilen ülkelerde işgalciler yeni bir kavram-örgüsü getirmedikçe erimişlerdir: İslam fethettiği topraklara yeni bir kavram-örgüsünü örttü; Moğollar ise geldiler, birkaç nesil içerisinde işgal ettikleri coğrafyanın kavram-örgüsü içerisinde eridi gittiler. Özellikle günümüzde savaşların, yazılı ve sözlü medya üzerinden kavramlarla yürütüldüğü açıktır: Hedef karşıdakinin kavram-örgüsünü karalamak, yaralamak, en nihayet ilmik ilmik çözmektir. Kavram-örgüsü çözülen toplum ise hayatını idame ettirmek için ya yeni bir kavram-örgüsü inşa etmek -ki bu çok zordur ve zaman ister- ya da eski örgüyü çözen toplumun kavram-örgüsüne katılmak zorundadır: İnsan olarak kalmanın başka bir yolu yoktur çünkü.
Sömürge çağının kalıcılığı, maddî coğrafyanın işgali değildir bu nedenle... Çünkü işgal edilen fizik coğrafya, o coğrafyayı yurt edinen insanların belirli bir zaman sonra karşı saldırısıyla defedilebilir. Ama nutkiyetin, dünya görüşünün, başka bir deyişle o toplumu var kılan, farklı kılan, o toplum kılan kavram-örgüsünün işgali kalıcıdır; o toplumu o toplum olmaktan çıkarır. Tarihe baktığımızda Anadolu coğrafyasında onlarca toplum gelip geçti; elbette bu toplumları oluşturan bireylerin tümü ortadan kalkmadı; tersine süreç içerisinde sonra gelenin anlam dünyasına katıldılar. Bu nedenledir ki var olmak, maddî coğrafyayı korumak değildir yalnızca; bu maddî coğrafyaya derinlik katan, onu, üzerinde yaşayan insanların vatanı kılan dünya görüşünü, anlam dünyasını, kavram örgüsünü koruyup kollamaktır var olmak; yani millet olmak, millet kalmak...
İster birey, ister toplum düzeyinde olsun, bir millete aidiyet o milletin yaşadığı maddî coğrafyada ‘bulunmak’ değildir; tersine bir millete ait olmak demek, o milletin kavram-örgüsüne mensup olmak demektir. ‘Anlam-daş’ olamayan bireyler, ‘vatandaş’, ‘yurttaş’, hatta ‘dildaş’ olsalar bile ‘bir-millet’ olamazlar; olsa olsa ‘çıkar-daş’ olabilirler. Bu nedendir ki Çin siyaset felsefesine göre devlet, ordu çökünce; toplum, kendisini bir arada tutan kavram-örgüsü çözülünce yıkılır. Devlet de, bu zihniyette zaten, aynı kavram-örgüsü içerisinde hayat süren insanların ‘birliktelik’idir; ordu da yalnızca bu birlikteliğin vukû bulduğu maddî coğrafyayı değil, bizatihi bu birlikteliği mümkün kılan kavram-örgüsünü korumakla yükümlüdür. Bu kavram-örgüsünü işleyen, ona ‘bilinç’ katan ve zenginleştirerek sürdüren ise o toplumun bilginleridir; en azından öyle olmalıdır.
Bütüne ilişkin sahih bir tasavvur, anlam veren kavram-örgüsü, o bütün içerisindeki parçaların da, bütünle ilişkili olarak anlamlı olmasını sağlar. Bu nedenle siyasî, iktisadî, toplumsal, ilmî vb. sahalardaki sahih tasavvurlar, ancak ve ancak sahih bir kavram-örgüsü ile mümkündür. Örnek olarak, bir toplum -ve bu toplum içerisinde yaşayan bir birey-, kendi geçmişine ilişkin sahih bir tasavvura sahip değilse, bu demektir ki genel anlamda, kavram-örgüsünde bir sorun vardır. Böyle bir toplumun geleceğine ilişkin sahih bir tasavvura sahip olması da mümkün değildir. Denebilir ki insanın yalnızca malumatları, bilgileri, inançları değil; beklentileri, ümitleri, korkuları, hatta temennileri, içerisinde yaşadığı kavram-örgüsünün muhtevasına sıkı sıkıya bağlıdır.
Paylaş
Tavsiye Et