Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Dosya
Türkiye neden farklı?
Fatma Sel Turhan
17 ARALIK tarihi Türkiye’nin 1963’te başladığı AB ile üyelik sürecinde önemli bir dönüm noktasını işaret ediyor. Müzakerelere başlama tarihinin açıklandığı son anlara kadar şüphe ve sabırsızlığın hâkim olduğu, adeta yılın derbisini izler gibi nefesler tutularak takip edilen bu süreç, sürekli masaya konulan yeni şartlarla AB’nin içinde bulunduğu kafa karışıklığını da resmediyordu. Bu resmin bize gösterdiği ise 25 üyeli Birliğin kendi geleceğini de belirleyecek karar arifesinde, tarihinde yaşamadığı şekilde bir sorgulama ve iç muhasebe içine girdiği; “demokratik ve çok kültürlü bir Avrupa vizyonuna sahip Avrupalı seçkinler” ile “AB’yi din ve coğrafya bağlamında tanımlayan ve olaya medeniyetler çatışması perspektifinden bakan kesimler” arasında ciddi gerilimler yaşandığıdır. Acaba Türkiye’yi 25 üyeden farklı kılan neydi?
1999’da Helsinki Zirvesi’nde “aday ülke” statüsünü aldıktan sonra 2002’de Kopenhag Kriterleri’ne uyum konusunda Türkiye’nin başlattığı sessiz devrim, esasen Türkiye’nin kendisi de dahil herkesi şaşırtan bir yapısal değişim sürecini işaret ediyordu. Türkiye’nin Kopenhag Kriterleri’ni yerine getirme konusunda gösterdiği dinamizm ve irade Avrupa’yı da hazırlıksız yakaladı ve zaman zaman diplomatik nezaket ve sofistikasyonun dışına çıkan bir üslupla algıların açıkça ortaya serilmesine sebep oldu. AB Komisyonu üyelerinden Bolkestein’in “Türkiye AB’ye kabul edildiği takdirde 1683’te onların elinden kurtarılan Viyana’nın bağımsızlığının beyhude olacağı” şeklindeki açıklaması bu algılamanın bir tezahürüydü. AB tarafında “içgüdüsel bir reddediş,” Türkiye tarafında ise “tereddütsüz bir angajman” şeklinde tezahür eden bu yüzeysel yaklaşımlardaki en büyük hata ise Türkiye’yi Birliğe yakın zamanda dahil edilen son on üye ülkeyle kıyaslamak oldu. Birinci gruba göre Türkiye “çok Doğu, çok başka, çok fakir, çok kalabalık” iken, ikinci gruba göre Türkiye Tanzimat’la başladığı Batılılaşma macerasında çok yol kat etmiş ve “Avrupalılaştırılmaya çok müsait” bir hale gelmişti. Birinci grup, Türkiye’nin AB’ye dahil edilmesiyle Avrupa standartlarına göre yoksul, Müslüman büyük bir nüfusun kıtaya akın edeceğini, Avrupa ekonomisini bozacak ölçüde bir göçün yaşanacağını iddia ederken; ikinci grup, yeni on üye ülkenin yaşadıklarına benzer şekilde, müzakere tarihi alındıktan sonra Türkiye’ye ciddi bir doğrudan yabancı sermaye yatırımının (FDI) başlayacağını öngörüyor; ekonomik kalkınmaya endeksli bir yaklaşımla sorgusuz-sualsiz bir bütünleşmeyi savunuyordu. Halbuki Birliğe en son dahil edilen on ülke Sosyalist Blok ülkesiydi ve Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle Sovyetler’in etki alanından kurtulan, Habsburg Avusturya’sının geçmişteki nüfuz alanı bu ülkeler piyasa ekonomisine geçişle birlikte büyük ölçekli yabancı sermaye akımına uğradılar. Bu döneme kadar Avrupa ekonomik sisteminin dışında kalmış bu ülkelerin tüketime aç pazarı ve nitelikli yetişmiş iş gücü, çok uluslu şirketlerin iştahını kabartan asıl nedendi. Türkiye ise 1980’lerde liberalizasyonunu tamamlamış, 1996’da Gümrük Birliği’ne dahil olarak AB ile ekonomik entegrasyonu gerçekleştirmiş ve birçok çok uluslu şirket için Doğu Avrupa, Orta Doğu ve hatta Akdeniz havzasının yönetim merkezi olarak benimsenmiş bir ülkedir. Bu sebeple bir yabancı sermaye akımı olsa dahi bunun öncelikle portföy yatırımları şeklinde olması, sabit yatırımların ise yapısal dönüşüme paralel olarak tedricen gerçekleşmesi çok daha muhtemel görünmektedir.
Türkiye’nin diğer adaylardan farklarına gelince; tarihte örneği az görülen bir ikilemi içerisinde barındıran Türkiye-AB ilişkileri farklı tarihî-coğrafî, kültürel-medenî, demografik ve sosyo-ekonomik kodların etkin olduğu bir cepheleşme/bütünleşme sarkacında gidip gelmektedir. Avrupalılık kimliğini ortaya çıkartan tarihî süreçte önemli rol oynayan ‘öteki’leştirme, Orta Asya’dan Avrupa’ya göç eden ‘barbar’ kavimler ile başlayıp Osmanlı devletinin Avrupa içlerine ilerlemesiyle özelde Türk, genelde ise Müslüman kimliğine münhasır hale geldi. 1354’te Çimpe Kalesi’nin alınmasıyla başlayan ve Viyana Kuşatması’na kadar süren üç yüzyılı aşkın dönemde Osmanlı devletinin Pax Ottomanica ile Doğu Avrupa’da kurduğu istikrar, doğal olarak Batı Avrupa’da büyük dönüşümlerin yaşanmasına sebep olurken, ‘istikrar’a karşı ‘çatışma’, Osmanlı ilerleyişine karşı direnişle Batı’nın tarihine yön verdi. Yaşanan süreç, Osmanlı-Türk bilincinde de Avrupa’yı yeni bir ‘öteki’ haline getirirken, cepheleşme/bütünleşme sarkacında, parçalanmış zihniyetlerin oluşmasına zemin hazırladı. Türkiye ve AB cephesinde tereddütsüz karşıtlık şeklinde kendini gösteren bu ruh hali ancak Türkiye’nin Avrupa’daki konumunu tarihî ve coğrafî arkaplanını gözeten bir yeniden tanımlamaya yönelerek ele almasıyla, AB’nin de Türkiye’yi, kıtanın gelecek vizyonuna önemli katkıda bulunabilecek merkezî bir güç olarak görmesiyle aşılabilir.
Özellikle 11 Eylül’den sonra değişen düşman algısı ise kültür ve medeniyet farklılıklarından yola çıkılarak yapılan ötekileştirmeleri yeniden gündeme getirdi ve medeniyet aidiyetinde ‘din’, temel belirleyici oldu. AB Dış İlişkiler Komiseri Chris Patten’in “Medeniyet çatışmasını önlemenin tek yolu Türkiye’nin AB üyeliğidir” şeklindeki açıklaması, Huntington’ın formüle ettiği, Soğuk Savaş’ın bitişinden sonra medeniyetler arasındaki ilişkinin barış, tolerans ve karşılıklı etkileşim yerine çatışma içeren bir boyuta dönüşeceği, dolayısıyla devletlerin dış politikalarını bu çatışmaya göre konumlandırmaları gerektiği iddialarını, özünde karşı olsa da bir ön kabul olarak ele alması açısından önemli. Medeniyetler arası etkileşim yerine çatışma söylemini öne çıkaran bu kabuller, Türkiye’nin Batı dışı son büyük ve Batı’ya direnebilen yegâne medeniyet tecrübesinin merkezi olmasıyla, üstelik hem Avrupa’yı dönüştürme potansiyeline, hem de iddiasına sahip bulunmasıyla birleşince, Avrupalının zihninde Türkiye’nin Avrupa’ya ait olmadığı inanışı ön plana çıkıyor. Bu noktada Türkiye, medeniyetler arası etkileşimi temel alacak şekilde özgün tarihî birikimini devreye sokar ve inisiyatifi ele alırsa, sadece AB içinde bir dönüşüm gerçekleştirmekle kalmaz, Batı dışı medeniyet idraklerinin alternatif oluşturma kapasitesine de katkıda bulunabilir.
Avrupa’nın diğer bir korkusu da, yarısı 25 yaşın altındaki 70 milyonluk nüfusuyla Türkiye’nin AB içerisindeki dengeleri değiştirecek güçte olmasıdır. 2025’te Türkiye’nin Birliğin en kalabalık nüfusuna sahip olacağı öngörüsü “yaşlı Avrupa” karşısında genç, dinamik bir nüfustan duyulan korkuyu artırmaktadır. Bu nüfusa bağlı olarak Türkiye’nin AB’den alacağı mali yardımların büyüklüğü de diğer bir endişe kaynağıdır.
Türkiye’nin sosyo-ekonomik farklılığı da Avrupa’daki Türkiye karşıtı söylemin diğer bir sebebidir. Zayıf sosyal güvenlik sistemi ve buna karşı gelişen yüksek dayanışma bilinci “kurala göre değil” “duruma göre” şekillenen bir düzenin Birliğe taşınması ihtimalini Avrupalıların aklına getirmektedir. Birliğin tüm bu korkularına karşı Türkiye’nin yapması gereken, medeniyetler arası etkileşimin gereği olan, ben idrakiyle şekillenmiş uzun dönemli bir perspektifi diplomatik sürecin getirdiği rasyonalite ve esneklik ile harmanlayarak AB sürecine hâkim kılmaktır.

Paylaş Tavsiye Et