IRAK Savaşı Amerika ile Avrupa’daki müttefiklerinin arasına bir kara kedi gibi girdi. Şu sıralarda Amerikan yönetimi bozulan ilişkileri tekrar onarmaya çalışıyor. Irak Savaşı Amerika’nın Türkiye’yle olan ilişkilerini de sarstı. Ancak ABD, Dışişleri Bakanı Rice’ın gezisine rağmen, Türkiye’yle ilişkileri düzeltme konusunda benzer bir çaba içinde değil. En azından belli bir çıkar çevresi, halktaki Amerikan karşıtlığını daha da kışkırtmak için sanki kasıtlı bir çaba içerisinde. Wall Street Journal’ın başyazarı Robert L. Pollock, zehir zemberek yazısında tam anlamıyla ABD’nin geleneksel olarak önemli müttefiklerinden birinin üzerini çiziyor. Kullandığı provokatif üslupla yazarın yaptığı, yangına körükle gitmekten farklı değil.
Wall Street Journal ve başyazarı Pollock Irak Savaşı’nın en büyük destekçilerindendi. Bu savaşın entelektüel harcını karanlardan biri de Türkiye’ye beraber geldiği Feith’di. Feith, Richard Perle’le birlikte İsrail Başbakanı Natenyahu’ya sundukları tavsiye raporda, İsrail’in Türkiye ve Ürdün’le yakın işbirliğinin Saddam Hüseyin’in devrilmesi ve Suriye’ye ait askerî hedeflerin vurulması için gerekli olduğunu ileri sürüyordu. Aynı grup Irak Savaşı’nın öncesinde, önleyici savaş doktrinini temel alan bir kavramsal çerçeve oluşturdu. Bu çevre, görüşlerini 11 Eylül’ün sağladığı psikolojik ortamda Amerika’daki hâkim kesimlere kabul ettirebildi. Ancak gelinen noktada, Amerikan basınının önde gelen kuruluşları, savaşın en önemli bahanesi olan kitle imha silahları konusunda yanıltıcı bir yayın politikası izledikleri için okuyucularından özür dilediler; New York Times ve Washington Post, hatta İngiliz Economist dergisi gibi. Wall Street Journal ise şimdiye kadar çizgisinden taviz vermedi. Irak Savaşı’nda ABD, şu ana kadar, 11 Eylül terör saldırılarında hayatını kaybeden Amerikalıların sayısının yaklaşık yarısına tekabül eden sayıda askerini kaybetti. Bu arada Irak’ta İranlı Ayetullah Sistani desteğindeki Şiilerin zaferiyle neticelenen seçimlerin de gösterdiği gibi ABD tam bir açmazın içinde. Yine bu savaşın gölgesinde her yıl bir önceki rekorunu kırarak yükselen dış ticaret açığı 2004’te 666,2 milyar dolar seviyesine yükseldi. Amerika, hazine bonolarını satın alarak ödemeler dengesindeki açığını kapatan Japonya ve Çin’e, giderek daha borçlu ve bağımlı hale geliyor. Diğer taraftan Orta Doğu’da izlenen saldırgan politikalar, Rusya-İran-Suriye arasında yeni bir ittifak hattının kurulmasına yol açtı. Anti-Amerikancılık sadece Türkiye’de değil, başta Amerika’nın savaş dolayısıyla arasını açtığı Avrupalı müttefikleri olmak üzere her ülkede yaygın. Bu ortamda Bush seçimi kazanmış olsa bile yeni-muhafazakâr yorumlar ciddi bir sorgulama sürecinden geçiyor. Ve Pollock Türkiye’ye saldırıyor.
Amerikan yeni-muhafazakârlarının Türkiye hakkındaki tavır değişikliği daha önce de farklı vesilelerle dile getirilmişti. Son olarak Amerikan televizyonlarında Türkiye’ye yönelik imaj karalamasında artış görülüyor. Amerika’daki WINEP ya da bir aralar Feith’in danışmanı olduğu JINSA gibi yeni-muhafazakâr think-tank’ler benzer bir pozisyon değişikliğine destek veren raporlar yazıyor. Öte yandan, yeni-muhafazakârların en etkili isimlerinden Savunma Bakan Yardımcısı Paul Wolfowitz’in Türkiye’deki bir grup gazeteciye verdiği mülakat hâlâ akıllarda. Wolfowitz Irak’a demokrasi götürmeye giderken Türkiye’de demokratik meclis kararı üzerinde ordunun neden etkili olmadığını sorguluyordu. Amerikan demokrasi anlayışının çok çarpıcı ifadelerinden biriydi bu. ABD’nin ancak kendi işlerine yaradığı sürece bir ülkede demokrasi görmek istediği, demokrasinin Amerikan rotasından çıkmaya başlaması durumunda ise sürece müdahale etmekten çekinmediği kimsenin gizlisi saklısı değil.
Pollock, yazısında Türkiye’deki hükümetin Amerika’nın kadrini bilmediğinden yakınıyor. Tayyip Erdoğan’ı hükümeti kurmadan önce kabul eden Bush’un bu jestine, Başbakan Erdoğan yeterince karşılık vermemiş. Pollock’un da gayet iyi bildiği gibi, Bush’un kabulü bir meşrulaştırma işlevi görmüşse, o meşrulaştırma ihtiyacının hasıl olduğu şartların hazırlanmasında kendisinin mensubu olduğu çevrelerin yakın katkısı inkar edilemez. Dolayısıyla çaldığı malı sahibine iade ederken teşekkür bekleyen hırsızın durumunu andırıyor Pollock. Yine ilgi çekici olarak Erdoğan’dan, ‘eskiden’ İslam dünyasına model olarak gösterilen başbakan olarak bahsediyor. Erdoğan’ın olmasa da Türkiye’nin model olduğunu bizzat Amerikan başkanından da duymuştuk. Bu söylem, altındaki emperyalist üslubu iyi fark eden Türkiye’deki değişik çevreler tarafından sahibine iade edildi. Ancak ABD yönetiminin bu konuda bir söylem değişikliğine gittiğini daha önce duymamıştık. Pollock kendisine bir Sistani modeli bulmuş olmalı.
Pollock, Türkiye’ye yönelik tenkitlerinde çerçeveyi geniş tutuyor; hem iktidara hem muhalefete, hem ‘İslamcı’, hem ‘laik’ basına bindiriyor. Türkiye’ye yaptığı sert eleştirilerinde karşıdan gelecek cevabı önceden hesaplıyor olmalı ki, derhal anti-semitizm söylemini harekete geçiriyor. Burada hızını alamayıp Türkiye’deki anti-semitizmin Hitler’in propaganda bakanı Göbbels’e şapka çıkartacak düzeyde olduğunu iddia ediyor. Böyle bir iddiayı Türkiye gibi, tarihinde Müslüman İspanya’nın düşmesinden sonra Hıristiyan zulmünden kaçan Yahudi göçmenlere kapısını açmış bir ülke için kullanması başlı başına bir ayıptır. Ancak yazarın niyeti farklı. Onun yapmak istediği bir önleyici saldırı. Yani bana nasıl cevap vereceğinizi biliyorum, ama sakın buna kalkışmayın, başınıza neler geleceğini önceden haber vereyim, tarzında bir üslup. Belki Pollock bilmiyordur ama Türkiye’nin içinde, bu arada yerli ‘yeni-muhafazakâr’ çevrelerde, zaten bir anti-semitizm söylemi öteden beri sürüp gidiyor. Aslında Pollock’un bu gardını önceden alır vaziyetleri gerçek niyetini de açığa vuruyor. Doğrusu bu çevreyi rahatsız eden TBMM’nin tezkereyi reddetmesi ya da Türkiye’nin her kesimine sirayet eden kronik anti-Amerikancılık değildir. Kendileri de gayet iyi biliyorlar ki, anti-Amerikancı Türk toplumunun yüzde yetmişi Avrupa Birliği üyeliğini desteklemektedir. Yani Türkiye anti-Amerikancı olmakla Batı’dan uzaklaşmak gibi bir irade beyan etmiyor. Üstelik Türk halkında bizatihi bir halk, kültür ve ülke olarak Amerika’ya karşı olmak gibi bir durum da söz konusu değil. Bütün bunları bilen Pollock’un yazısında anti-semitizm gardını almasına yol açan neden, Türkiye’nin Orta Doğu politikasına getirilen çok boyutluluk, evet, İsrail’le olan ilişkilerindeki konum değişikliğidir. Yoksa Pollock anti-Amerikancılık arasaydı, Paris’e de gidebilirdi.
Pollock, yazısında imalı tehditler savuruyor; ancak bu defa ABD adına konuşmadığı çok daha açık: Pollock’un mesajının özü kabaca şundan ibaret: “Kongre’deki -Cumhuriyetçilerin çoğunlukta olduğu ABD Kongresi’ndeki- Ermeni soykırımı tasarılarına karşı sizi biz koruduk, Bakü-Ceyhan’ı size biz verdik, AB üyeliğinizi destekledik, Öcalan’ı size biz teslim ettik; ama siz bize bunların karşılığını veremediniz. Bu gidişle ‘hasta adam’ Osmanlı’nın başına gelenler sizin de başınıza gelir, Kongre’deki desteğimizi çekeriz, ekonominizi çökertiriz, dizi filmlerle imajınızı alt üst ederiz, elinizdeki Atatürk Türkiye’sini de kaybedersiniz.” Türkiye’de Amerikan karşıtlığı bu nefretin kaynağı olamaz. Pollock’un kaleminden damlayan nefret bir ideolojik fanatizmin yansımasıdır. Her nefretin ve intikam hırsının arkasında bir aşk vardır.
Paylaş
Tavsiye Et