Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Türkiye Ekonomi
Ekonomide yeni dönem, yeni parametreler
Ömer Bolat
2004’ÜN ilk yarısında %13,5 büyüyen Türkiye ekonomisinde yılın ikinci yarısından itibaren genel bir yavaşlama göze çarpıyor. Özellikle Eylül ayından itibaren para talebi, krediler, dayanıklı tüketim malı satışları ve sanayi üretim endeksi gibi bazı göstergelerde iç talebin ve buna bağlı olarak büyümenin hız kestiğine ilişkin bulgular yer alıyor. Sanayi Üretim Endeksi ve büyüme hızındaki gerileme, dış ticaret istatistikleri ile de destekleniyor. Bununla birlikte, 2005 yılı Ocak ve Şubat ayından itibaren nispî bir düzelme olduğu da dikkat çekiyor. Örneğin, CNBC-e Bireysel Tüketim Endeksi Şubatta, bir önceki aya göre %2,4 artarak 203,98 puana çıktı. Perakende Satış Endeksi de aynı dönemde %1,5’lik artışla 196,03 düzeyine yükseldi. Ancak, başta inşaat ve gıda olmak üzere Türkiye ekonomisi için kritik önem taşıyan bazı sektörlerde durgunluk sürüyor.
Ekonomik büyümedeki yavaşlamanın bütün sektörleri aynı ölçüde etkilememesinin yanı sıra, aynı sektörde faaliyet gösteren fakat farklı ölçeklere sahip olan işletmelerin etkilenme düzeyleri farklılık gösteriyor. Bir başka deyişle, küçük ve orta boy işletmeler ile tek alanda faaliyet gösteren işletmeler, büyük işletmelere ve faaliyet alanını genişletebilen işletmelere göre durumdan daha olumsuz etkileniyor. Yıl başında gerçekleştirilen KDV indirimini fiyatlarına doğrudan yansıtan büyük ölçekli perakende firmalarının, YTL’ye geçiş sürecinde daha yaygın kullanılmaya başlanan kredi kartları üzerinden sundukları ödeme avantajlarının da etkisiyle, cirolarını ciddi biçimde artırmaları, buna karşılık yerel marketlerde kayda değer ölçüde daralma yaşanması buna bir örnek teşkil edebilir. Bu noktada, yurtiçi talebi artıracak ekonomi politikaları çözüm gibi gözükebilir. Ancak, bu çerçevedeki çözümler hem geçici olacağı, hem de makroekonomik dengeleri olumsuz etkileme potansiyeli taşıyacağı için orta ve uzun vadede, geçmişte olduğu gibi daha büyük kayıplara yol açabilecektir. Bununla birlikte, “piyasa köktenciliği” saplantısıyla ekonomide önemli bir paya sahip KOBİ’lerin bu durumuna kayıtsız kalmak da son derece yanlış olacaktır. Sorunun çözümü, verimliliği artırmak ve uluslararası rekabete açılarak toplam ciroda ihracat payını yükseltmek olacaktır. Türkiye’nin son 25 yıllık tarihinde hakim olan yüksek enflasyon ortamının iş modellerini ciddi biçimde bozduğu açıktır. Bu bakımdan girişimcilerin düşük enflasyonlu yeni dönemin parametrelerini doğru okuyup gereken yapısal değişimi gecikmeksizin gerçekleştirmelerinde büyük yarar vardır.
 
Cari Açık ve Kur Politikası
Türkiye’de, serbest kambiyo rejiminin yürürlüğe girdiği 1990 yılından beri cari açık ile büyüme arasında yüksek bir korelasyon olduğu biliniyor. Bu durumun temel sebebi, yurtiçi tasarrufların büyümeyi finanse etmede yetersiz kalmasıdır. Yani Türkiye, cari açık vererek yurtdışı tasarrufları büyümenin finansmanında kullanıyor. 2001 yılına kadar uygulanan sabit veya yönlendirilen kur rejimleri altında, maliye politikalarındaki kontrolsüzlüğün ve disiplinsizliğin yarattığı “sıcak parayı teşvik” politikası ve de olumsuz gelişmelerin belirmesi halinde bile önlem almada yetersiz kalınmasının etkisiyle on yılda üç büyük ekonomik kriz yaşandı. “Büyüyen kamu açıkları —> TL talebinin artması —> TL varlıkların reel getirilerinin aşırı yükselmesi —> yönlendirilen kur rejimi altında TL’nin reel olarak değerlenmesi —> sıcak para girişi” şeklinde özetlenebilecek bu işleyişte zaman zaman oluşan iç veya dış şoklar ani sermaye çıkışlarına yol açtı. Bu durum, Merkez Bankası rezervleri üzerinde baskı oluştururken, güven sarsıldı ve nihayetinde kriz ve devalüasyon yaşandı.
2004 yılında oluşan 15,5 milyar dolarlık cari açık, yine aynı yıl ABD dolarının yıllık bazda %4,7 oranında nominal ve %13,6 reel değer kaybına uğraması, kısa vadeli portföy yatırımları ile borçlanmanın hâlâ dış açık finansmanında en önemli kalemler olması ve ABD’de faiz artırımı beklentisinin oluşturduğu olumsuz uluslararası konjonktür endişelere neden oluyor. Bu endişeleri kısmen de olsa hafifleten bazı unsurlar yok değil. Birincisi, son dönemde büyümeye ilişkin göstergeler cari açığın yavaşladığına dair işaretler veriyor. 1 Ocak-15 Mart döneminde ihracatın geçen yılın aynı dönemine göre %26 artmış olması da olumlu göstergeleri pekiştiriyor. İkincisi, cari açığın büyük ölçüde yatırım talebiyle bağlantılı olması, tüketim malı ithalatının da geçmişte ertelenen talebin, beklentilerin olumluya dönmesi sebebiyle realize edilmesinden kaynaklanması, önümüzdeki dönemde durumun iyiye gitme ihtimalini kuvvetlendiriyor. Ayrıca Türkiye, cari açık ve büyüme hızının birlikte değerlendirildiği bir ölçüte göre, ekonomik olarak aynı kategoride mütalaa edildiği AB’ye üye veya aday Doğu Avrupa ülkelerine kıyasla daha olumlu bir noktada görünüyor.
Üçüncüsü, dalgalı kur rejimi spekülatif saldırılara karşı, temel ekonomik göstergelerde bir bozulma olmaması halinde, tampon vazifesi görmektedir. Bunun için Merkez Bankası’nın kurun seviyesindeki artışlara asla müdahale etmemesi ve döviz satmaması büyük önem taşıyor. 2002 Nisan-Mayıs aylarında, dönemin Başbakanı Ecevit’in sağlık durumunun bozulmasıyla başlayan ve arkasından siyasî bunalıma giden gelişmeler sırasında, 2003 yılı Ocak-Mart döneminde yaşanan Irak krizinde ve ABD faiz artırımının ilk defa gündeme geldiği Mayıs 2004’te yaşanan sermaye çıkışları sırasında, kur hızla yükselme eğilimine girdiyse de Merkez Bankası’nın tutumundan taviz vermemesiyle “kriz” olarak nitelendirilebilecek dalgalanmalar yaşanmadı; her seferinde kur geriledi.
Dördüncüsü, finansal kurumlar geçmişten farklı olarak, muhtemel bir kur hareketlenmesinde sorunu bir bankacılık krizine dönüştürecek açık pozisyon riskini taşımıyor. Fakat, finansal sektör dışında yer alan birçok reel sektör kuruluşunun kur riskine rağmen, açık pozisyon taşımayı tercih ettikleri gözleniyor. Kurun geçmişteki seyrine, ekonomide yaşanan güven ortamının güçlenmesine, yabancı ve yerli para fonlama maliyetlerine bakan bir reel sektör girişimcisi, dövizde açık pozisyon taşımayı rasyonalize edebilir. Bu bakımdan oluşabilecek bir krizi önlemek ve borç oluşturan kısa vadeli sermaye girişlerinin doğurduğu olumsuz etkiyi ortadan kaldırmak için, iki konuda acilen önlem alınmalıdır: Birincisi, yabancı para geliri olmayanların yabancı para cinsinden yükümlülük oluşturmalarına, dolayısıyla açık pozisyon taşımalarına hukukî sınırlama getirilmelidir. İkincisi, Merkez Bankası kur politikasını, YTL’nin değerlenmesine yol açan piyasadaki fazla dövizin tamamını sterilize edecek şekilde gözden geçirmelidir. Böylelikle sadece önceden açıklanmış miktarlardaki ihaleler ve oynaklık müdahalesi dışında yeni bir çerçeve çizilmelidir.
Yine kısa vadeli spekülatif sermaye hareketlerinin yol açabileceği olumsuzlukları önlemek amacıyla, Tobin Vergisi uygulamasına geçilmesinin fayda ve maliyet analizi yapılmalı; gerekiyorsa dünya uygulamaları da dikkate alınarak spekülatif sermaye hareketlerini vergilendirme seçeneği değerlendirilmelidir. Reel sektör kuruluşları da finansal operasyonlardan, özellikle dövize dayalı spekülasyondan uzak durmalı, rekabetçi üstünlüklerini kura bağlamamalı ve döviz kazandırıcı faaliyetleri öncelemelidir.

Paylaş Tavsiye Et