YENİ mezundum (1984). Adı konmuş bir meşguliyetim yoktu ve vaktimi nasıl örgütleyeceğime dair endişe içindeydim. İşte böyle bir halet-i ruhiye içindeyken nasibim oldu, Martin Lings’in Hz. Muhammed’in Hayatı adlı kitabı.
Yazarıyla ilgili, birkaç kitap isminden ve bir de İngiliz Müslüman olduğundan başka bir şey bilmiyordum. Kaptan Kusto’nun, Neil Armstrong’un Müslüman olduğu söylentilerinin önemsendiği; yeni Müslüman olan Roger Garaudy Türkiye’ye geldiğinde, kendisine fıkhî konularda sorular sorulup fetva istendiği bir dönemdi. Müslüman olan kişiye, dinin sağlamasını yaptığı, âdeta “İslam’ı şereflendirdiği” için minnet besleniyordu. Bu hali, Müslümanların kompleksli tavrına hamleden ben, Müslüman olan Batılılara mesafeli davranmak, belki de biraz aşırıya gidip ilgisiz kalmak gibi bir savunma mekanizması geliştirmiştim.
Peki Martin Lings de bir mühtedi değil miydi? Evet, Müslüman ana babadan doğmamıştı, otuzlu yaşlarında Şeyh Ahmed el-Alavi’yle tanışıp Müslüman olmuş ve Ebubekir Siraceddin adını almıştı. Fakat Hz. Muhammed’in Hayatı’nı yazdığında, bir mübtedi değildi. Elli yıla yakındır Müslümandı ve bu eseri de uzun süren bir çalışmanın ürünüydü. Son yüzyılda İslam dünyasının ilim ve fikir hayatında ciddi bir ağırlığa sahip olan Batılı İslam alimlerinden biriydi Martin Lings; Muhammed Esed gibi, René Guenon gibi.
Hz. Muhammed’in Hayatı’nı tercüme etmek, benim için tam anlamıyla bir nasipti. Gerçi “Nasibin dışında ne var ki!” denilebilir ve doğrudur. Ama fark, nasip olduğunu yakinen hissettirmesindeydi bu bereketli tecrübenin. Sonraları, kitabı eline alınca hiç bırakmadan okuyanları duydum, gözyaşları eşliğinde... Ve muhabbet tazelemek için, belirli aralıklarla tekrar tekrar okuyanları. Dilinin akıcılığı, ama en çok da “Peygamber sevgisi lezzeti”ni tattıran bir siyer olduğu övgüleri, her dildeki okuyucunun ortak kanaati idi.
Birkaç ay içinde koca kitabı nasıl tercüme ettim, hâlâ anlayabilmiş değilim. Kısa sürede yoğun bir şekilde çalışmamın nedeni, benim disiplinim değil, kendimi kitaba bırakmamdı. Bu, rutin bir tercüme süreci değildi. Dedemin küçükken anlattığı kıssaları dinlerken yaşadığım heyecana benzer bir şevkle, başka bir hayatın içine dalmaktı. Cebrail Aleyhisselam, “ihsan”ı anlatırken O’nun bizi hep gördüğü hakikatiyle titremek; Ebu Dücane’nin savaş alanında savrulan sarığının rüzgarını yüzünde hissetmek; Efendimiz’in Hz. Aişe’nin kucağında sevgilisine kavuşmasına şahit olmak; onun ölümüne önce Hz. Ömer gibi isyan etmek; ardından Allah’ın diri olduğunu ifade eden ayeti, sanki ilk defa okunmuş gibi Hz. Ebubekir’den duymaktı. “Yürüyen Kur’an”ın ayak izlerini takip etmek, onunla birlikte nefes alıp vermek ve Allah’ın habibiyle kevser havuzunda buluşma müjdesiyle avunmaktı. Tercümede, Türkçe okuyanların da peygamber sevgisini hissetmelerini sağlayacak bir dil tutturabilmişsem, bu tamamen Martin Lings’in eserinden fezeyan eden muhabbetin bir sonucu olmalı.
Eseriyle kurduğum bu muhabbet bağı, yüz yüze bir tanışıklığa dönüşmedi. Kendisini sadece bir kez, 1996’da İstanbul Belediyesi’nin düzenlediği Doğu’dan-Batı’dan konferanslar dizisine katıldığında gördüm; o da uzaktan. “Onbirinci Saat”te, yani ahir zamanda yapılması gerekenin, öte dünyaya hazırlanmak olduğunu vurguladığı bir konuşma yaptı. Cennetten, cehennemden ve cennetliklerle cehennemliklerin mertebelerinden bahsetti. Vurgusu akla değil, kalbeydi. Yanına gidip kitabının mütercimi olduğumu söyleyerek tanışmak geçti içimden. Ama o, anlattıkları ile hemhaldi, ben de o günkü nasibimi almıştım. Kitabı kanalıyla kurduğum gönül bağı neyime yetmezdi. Vazgeçtim.
Martin Lings’in Hakk’ın rahmetine kavuştuğu haberini aldığımda Doğu-Batı, İslam dünyasının Batılı temsilleri, ondokuzuncu yüzyılda Şark’ın bir sergi nesnesi haline gelişi, Müslüman kadınlarla ilgili kalıp yargılar ve bunların modernliğin kuruluşunda nasıl merkezî bir konuma sahip olduğu ile ilgili bir konu üzerinde çalışıyordum. Değerlendirme boyutum birden değişti. Martin Lings’in nasibi, Ebubekir Siraceddin olmak için doğuya gitmekmiş. Benim nasibimse, “Peygamber sevgisi”ni Batı’dan alıp doğuya nakletmek.
O ve onun gibi başka örnekler, Doğu ve Batı’nın ötesinde insanlığın kadim geleneğine işaret ediyordu. Ve bu gelenekte insan, sadece bir hakikat yolcusuydu. Ta Hz. Adem’den beri insan, aynı insandı. Martin Lings kırk yıl önce Ezher’de yaptığı bir konuşmada da modern uygarlığın her yana yayıldığına ve iyi ile kötünün yer değiştirdiğine işaret ediyordu:
“Aydınlanma”yı savunanlar, kötü görülenle (mekruh), tavsiye edilenin (mendup) yerini tam tersine çevirmiş durumda. Bugün mekruh, İslam medeniyetinde sünnet olan şeyleri yapmak, mendup ise, Batı’dan gelen her şey... Sonuç ise şu: Yeni nesil, Allah’ın Rasulü’nün uygulamalarından tamamen bihaber. İslam tarihinin hiçbir döneminde yaşamış hiçbir neslin olmadığı kadar sünnetlerden uzaklar.
Ahir zamanda bizi kurtaracak olanın Peygamber’e ittiba olduğunu hatırlatan merhumu, klasik eserlerde İslam alimlerinin ettiği dua ile anmak isterim: “Teğammedehu fi rahmetihi.”
Paylaş
Tavsiye Et