FANTASTİK eserleriyle yaşayan bir efsane haline gelen anarşist yazar Ursula K. Leugin, “Omelas’ı terk edip gidenler” adlı hikâyesinde alabildiğine mutlu ve özgür insanların şehri Omelas’ı anlatır. Hiçbir yöneticisi olmayan, her türlü yasaktan uzak şehir sakinleri, doğayla iç içe bir karnaval havasında yaşarlar. Ancak, “ilkel” de değildirler. En son teknolojinin ürünlerini kullanırlar; örneğin insanın yanı başında onunla beraber hareket eden sokak lambaları yapmışlar ve nezleye çare bulmuşlardır.
Leugin buraya kadar ütopik bir hikâye anlatır. Sonra “İnanmıyor musunuz bütün bunlara? O halde gelin size inanılır kılayım” der ve şehrin kapalı bir odasında karanlık bir kilerde, konuşmayı unutmuş, kendi pisliğinin içinde yaşayan küçük bir çocuktan bahseder. Bütün şehrin özgürlüğü, mutluluğu, huzuru işte bu çocuğa bağlıdır. Çocuğu kilerden çıkarmak veya ona iyi davranmak yasaktır.
Dünyayı Omelas’a benzetmek mümkün. Anarşik bir düzen söz konusu değilse de, dünya nimetlerinden en çok faydalanan kesim kuşkusuz zenginler. Rahat hayat şartlarını kilere kapattıkları insanlar üzerinden sürdürüyorlar. 2 milyar 735 milyon insan (yani dünya nüfusunun %44’ü) günde 2 doların altında ücretle çalışıp dünya kaynaklarının %1,3’ünü kullanırken; yüksek gelirli ülkelerdeki 955 milyon insan (nüfusun %15’i) kaynakların %81’ini kullanıyor. Üstelik aradaki uçurum gitgide açılıyor. Örneğin 1960’larda en zengin %20’lik nüfusun geliri, en fakir %20’lik nüfusun gelirinin 30 katı iken; 1990’larda 225 katı oldu. ABD’de en varlıklı 225 kişinin yıllık geliri, dünyadaki 3 milyar kişinin gelirine eşit. Yine aynı şekilde ABD’nin en varlıklı 2 insanının geliri en yoksul 60 ülkenin milli gelirinin üzerinde. Bir yanda uzayda tatil yapmak için milyon dolarlar harcanırken, bir yanda savaştan ya da depremden değil, açlıktan, bakımsızlıktan yüz binlerce insan ölüyor.
New York, Londra, Paris gibi metropollerin ana caddelerinde, şık giyimli insanlar, ellerinde “Yoksulluk kader değildir!” yazılı pankartlarla mevcut durumu protesto ededursunlar; bir İngiliz araştırma şirketine göre, 55 yaş üstü İngiliz vatandaşlarının yıllık çikolata harcaması tam 700 milyon sterlin. Birleşmiş Milletler de 2005 yılında 2 milyon 200 bin Etiyopyalı’nın açlık sorunu için 159 milyon dolar gerektiğini bildirdi. Söz konusu adaletsizlik Omelas’ın insanlarıyla kilerdeki çocuğunkinden farksız. İşin kötüsü, “55 yaşın üstündeki İngilizlerin ufacık bir haz vesilesinin parasını keselim de Etiyopyalılara verelim” desek de, bir yere ulaşamıyoruz; çünkü para üzerinden yapılan karşılaştırmalar çoğu zaman bir anlam ifade etmiyor. Nobel Ekonomi ödüllü Hintli İktisatçı Amartya Sen’in de dediği gibi, mesele yiyecekle bitmiyor. Eğitim, sağlık vb. sosyal konular bu hesapta yer almıyor. Yaşamı boyunca bir insanın neler yapabileceğini düşündüğünüzde, bunları yapamayan herkes kiler ahalisine katılıyor. Çünkü dünya üzerinde sadece fakir ve zengin ülkeler değil, aynı ülkenin içerisinde fakir ve zengin insanlar yaşıyor.
Eskiden insanların “hayat standartları” belki bugünden geriydi. Örneğin buzdolapları, çamaşır makineleri, televizyonları yoktu. Kalorifer sistemleri, hatta adamakıllı sobaları bile yoktu. Bugün bir fabrika işçisi veya bir apartman kapıcısı sanki yüz yıl önceki bir paşadan, zengin bir tüccardan bile daha lüks bir hayat sürüyor. Ancak, bu lükse gölge düşüren bazı gerçekler var.
Öncelikle, dünyanın birçok ülkesinde açık veya gizli işsizlik var. Yani herkes fabrika işçisi veya apartman kapıcısı olamıyor. İkincisi, yürürlükteki ekonomik sistem, ihtiyaçları körüklüyor. İhtiyaçlar arttıkça, insanlar kendilerini yoksul hissediyor ve psikolojik yönden çöküyor. Televizyon gibi bir aygıt, bir yanıyla lüks hayatı işaret ederken; zenginlerin yaşam biçimini gözümüzün içine soktuğu için bir tür işkence aletine dönüşüyor.
Omelas şehrinin yetişkinleri, kendi çocuklarına, kilerde işkence gören çocuğun varlığını biraz büyüdüklerinde söylüyor. İsteyen istediği zaman gidip onu görebiliyor. Üst geçidin merdivenlerini tırmanırken gördüğünüz selpak satan adam, ya da zapping yaparken karşılaştığınız kemikleri çıkmış bir Afrikalı çocuğun orada duruşu gibi. Çocuğun ne zamandır o kilerde yaşadığını, adını, yaşını, cinsiyetini bilen yok ve hatta kilerin yeri bile önemsiz. Büyük binaların birinin bodrumunda ya da bir evin tavan arasında olabilir.
Omelas’ta zaman zaman genç bir adam ya da orta yaşlı bir kadın, birkaç gününü düşünceli geçiriyor ve kimseye bir şey söylemeden şehrin kapılarından çıkıp gidiyor.
Çocuk orada durdukça şehrin özgürlüğü su götürür hale geliyor. Yani, adaletsiz özgürlük anlamsızlaşıyor. Brezilya’da bir kadın işçi günde 14 saat çalışarak hiçbir sosyal güvencesi olmaksızın yalnızca 1 sterlin kazanıyor. Dünya üzerinde 250 milyon çocuk çok kötü şartlar altında çalıştırılıyor. Orta Amerika’da, sadece Honduras’ta 15 yaşın altındaki 33 bin çocuk “Maralar” ismindeki çetelere katılıp öfkelerini sıradan insanları kesip biçerek ve “milyonları harcıyorsunuz ama güvenliğiniz yok” şeklinde notlar bırakarak gösteriyor. UNICEF’in Aralık 2004’te yayımladığı rapora göre, dünyada her gece 640 milyon çocuk, uluslararası yaşam standartlarının çok altında koşullara sahip barınaklarda kalıyor; 400 milyon çocuk temiz su içemiyor, 1 milyar çocuk fakirlik içinde yaşıyor. Leonard Cohen bir şarkısında sanırım her şeyi özetliyor: “…herkes biliyor savaş bitti / herkes biliyor iyiler kaybetti / zengin zengin kaldı, fakir fakirleşti / işler böyle ilerlerdi / herkes kesesiyle konuşuyor / herkes bir kutu çikolata / ve uzun bir gül arzuluyor...”
Omelaslılardan, vicdanı bu haksızlığı kaldıramayanlar şehri terk edip gidebiliyor. Bizim gidebileceğimiz bir yer olmadığı gibi, asıl maharet de kalıp çocuğu oradan çıkartmak olsa gerek.
Paylaş
Tavsiye Et