Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Dünya Siyaset
Ne olacak bu Avrupa’nın hali?
Hasan Kösebalaban
İHTİYAR Avrupa’dan bugünlerde iyi sesler gelmiyor. Avrupa Birliği sürecinin doğal bir gelişimi olarak ortaya atılan ortak Avrupa Anayasası, halkoyuna sunulduğu Fransa ve Hollanda’da reddedildi. Kamuoyu yoklamalarında ret oyu kullanan Fransız ve Hollandalılar arasında oylarını Türkiye’nin adaylığına karşı kullandıklarını belirtenlerin oranı yüzde yirmilerde. Diğerleri de bu nedeni ikinci ya da üçüncü sırada gösteriyorlar. Avrupalıların, Avrupa’nın genişlemesinin artık nihai sınıra ulaştığını düşündükleri, bu sınırdan sonrasını istemedikleri ortada. Fransız ve Hollandalıların verdiği muhafazakâr tepkide, sömürgeci dedelerinin dinamizminden eser yok. Bir zamanlar Vietnam’a ya da Endonezya’ya kadar uzanan küresel ufkuna karşın, şimdi Avrupa’yı Paris’in ya da Amsterdam’ın kaybedilmesi korkusu sarmış durumda. Avrupalı, sahip olduğu bütün maddi ihtişama rağmen bir yaşlı adam; Avrupa ise daha çok bir huzurevini andırıyor. Dinamizm mi? O çoktan Asya’ya kaymış durumda.
Avrupa korkuyor ve bu korkunun merkezinde Türkiye var. Türkler Avrupa’nın “öteki”si olmaya devam ediyor. Her ne kadar İslam dünyasıyla reel savaş halinde olan Amerika ise de, bu kültürel bir çatışma olmaktan ziyade, Amerika’nın emperyal çıkarlarının konjonktürel bir neticesi. Ancak İslam, en azından şimdilik, Amerikalılık kimliğini belirleyen temel etken değil. Oysa Avrupa’nın kimliğinin oluşumunda İslam merkezî bir yere sahip. Bilindiği gibi ortak Avrupa bilincinin temeli sayılan Haçlı seferleri İslam’a karşı yapıldı. Amerika’nın aksine, Avrupa kendisini tanımlamak için İslam’a muhtaç. Bu nedenle Amerika her ne kadar günlük hayatta daha dindar olsa da, din Avrupa için bir aidiyet ve varoluştur.
Bu açıdan Avrupa’nın Türkiye’ye karşı gösterdiği refleksi tarihsel süreklilik içinde anlamlandırmak mümkün. Her ne kadar, liberal ancak halk tabanı olmayan seçkinler arasında Türkiye’nin üyeliğine karşı olumlu bir yaklaşım görülse bile, Avrupa entegrasyon sürecinin demokratikleştirilmesiyle Avrupa’nın kültürel kodlarındaki Türk aleyhtarlığı daha yoğun bir şekilde ortaya çıkıyor. Süreç demokratikleştikçe, yani sokaktaki Avrupalı’nın sözü daha fazla dikkate alındıkça, Avrupa daha fazla korkularına gömülecek.
Ancak Avrupa için bir “öteki” olarak İslam meselesi Türkiye’nin dışlanmasıyla bitmiyor. Türkiye’nin 2030 yılı itibariyle getireceği seksen milyon nüfusun reddi, pansuman bir tedavi olmaktan daha ötede işe yaramayacak. İslam Avrupa içinde hızla büyüyor ve halen Fransa’da ve Hollanda’da olduğu gibi kültürel bir kavganın parçası haline gelmiş durumda. Türkiye’ye verilecek bir ret cevabı Avrupalı Müslüman azınlığa verilecek bir mesaj da olacak. Diğer taraftan, Avrupa’nın çok ciddi bir yaşlanma problemi var. Bu ise Avrupa’nın sadece kültürel değil, aynı zamanda ekonomik açıdan sahip olduğu yaşlı nüfusu besleyecek yabancı göçüne ihtiyacı olacağı anlamına geliyor. Ancak Türkiye’yi bünyesine kabul edemeyen bir tek kültürlü Avrupa’nın Hinduları ya da Budistleri içine alabileceği konusunda da ikna ediciliği olmayacaktır. Yabancı göçü çekebilme yeteneği Amerika’nın Avrupa’ya karşı en önemli avantajı olmaya devam ediyor.
Bernard Lewis’in Alman muhafazakâr Die Welt gazetesine söylediği provokatif ifadeyle, gelecek yüzyılda Amerika ile Avrupa’nın ilişkilerini değil, Amerika ile Mağrib’in ilişkilerini konuşacağız. İhtiyar Avrupa değilse de, ihtiyar Amerikalı nereye vuracağını biliyor. Lewis’in Amerika’da içli dışlı olduğu çevreler (örneğin Mona Lisa’ya başörtüsü giydiren, ancak bunu manidar bir şekilde sadece Avrupa baskısında yapan Time dergisi) de Avrupa içindeki Müslüman nüfus problemini sürekli olarak kaşımakla meşguller. Muhtemelen “gerici Araplar”a karşı “modern Türkler”i ön plana çıkarmakla harcadığı akademik ömrünün etkisiyle olsa gerek, Lewis Avrupalılara hedef olarak Türkleri değil, Arapları göstermiş. Ancak Amerika’daki diğer provokatif yayınlar da Türkiye’nin adını anmaktan geri durmuyorlar. Bu arada, yazdığı son kitapta Amerika’nın beyazların elinden gittiğine hayıflanan Samuel Huntington’ın İstanbul’da söylediği “neden İslam dünyasının lideri olmuyorsunuz?” şeklindeki beyanını da farklı okumamak lazım. Elbette Huntington Türkiye’nin İslam dünyası liderliğinden daha çok, Türkiye’nin Avrupa’dan uzaklaşmasını önemsiyor. Tuhaf olan, eskiden bu çevreler Türkiye’nin Avrupa’ya yakınlaşmasını isterler ve bunu modern Türkiye adına alkışlarlardı. Demek ki ateş bacayı sarmış durumda.
Avrupa’nın önünde ise iki tercih bulunuyor: Ya çok kültürlü bir Avrupa kabul edip, kendisini Medeniyet’in merkezi olarak görmekten vazgeçecek, ötekinin medeniyet iddiasını tanıyacak ve çok medeniyetli bir coğrafya olacak. Ya da “küçük olsun ama benim olsun” diyecek ve kültürel dışlayacılığa devam edecek. Türkiye’nin üyeliği meselesinin temelinde bu tercih problemi yatıyor. Avrupa’nın seçkinleri ne Türkiye’yi kendi başına bırakmaya razı, ne de kültürel asgaricilikten uzaklaşıp bir türlü kendi içine dahil etmeye. Görünen manzara o ki, Avrupalı kültürel dışlayıcılıktan yana. Avrupa’nın korkularını dillendirmesi açısından, Brüksel’deki bürokratların demeçleri değil, Avrupa’nın kimliğini yansıtan bir Papa’nın söyledikleri daha önemli hale geliyor. 16. Benediktus, II. Urban’ın Türklere ve Araplara yönelik 1095’teki korkularını tekrarlıyor hâlâ. Müridesi Angela Merkel, Hıristiyan köklere sahip olmayan bir demokrasi -ve dolayısıyla AB üyesi-düşünülemeyeceğini bildiriyor. Diğer tarafta Fransızlar, bu tepkileri daha seküler şekillerde ifade ediyor ve Hıristiyanlık yerine, Aydınlanmacı değerlerden dem vuruyor. Ancak Avrupa atak olmaktan savunmacı konuma geçerken, küresel güç olma iddiasından da vazgeçmek zorunda. Kültürel açıdan asgarici bir Avrupa, küresel vizyon ve güç açısından da asgari bir Avrupa demek. Önümüzdeki elli yıl içinde uluslararası sisteme şekil verecek güçlerin arasında Avrupa olmayacak. Bu güçler ekonomik ve askeri açıdan ABD, ekonomik açıdan Hindistan ve Çin, dinamik bir şekilde artan ve coğrafi olarak genişleyen nüfusuyla İslam olacak. Avrupa ise belki ABD’nin kanatları altında bir huzurevi olmayı sürdürebilir.
Türkiye’ye gelince; kendi içine çekilmiş ve gardını almış bir Avrupa karşısında, atak olmayı sürdürmek, ancak bunu yaparken kendi iç dinamiklerinden gelen gücün ve otantik medeniyet iddiasının farkında olmak zorunda. Avrupa’yı Medeniyet’in merkezi olarak görmeyen bir Türkiye’nin Batı’ya yönelik yapacağı hamleler kendi medeniyet iddialarını sulandırmaz; böyle bir vizyon, tarihten kopuk bir vizyon da değildir. Bugün, Avrupa’yla ilişkilerde moral avantaj Türkiye’nin eline geçmiştir.

Paylaş Tavsiye Et