Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Dünya Siyaset
Londra saldırıları ve yansımaları
Sadık Ünay
7 TEMMUZ’da Londra’yı şok eden şiddet ve yoğunlukta gerçekleştirilen bombalı saldırılar ve sonrasında, özelde İngiliz güvenlik stratejisi, genelde ise ‘terörizme karşı küresel savaş’ bağlamında yaşanması muhtemel gelişmeler uluslararası gündemin baş maddelerini oluşturdu geçen ay. Yıkıcı etkisi 11 Eylül saldırıları seviyesine ulaşmadı ise de, bu saldırıların 11 Eylül sonrası dönemde ABD’de yaşanan göreceli içe kapanma, iç güvenlik hassasiyetlerini arttırma ve çok-etnikli/çok kültürlü İngiliz toplum yapısının alışılagelmiş dengelerini zorlama gibi kısa ve orta vadeli yansımaları olacağını tahmin etmek hiç de güç değil.
Bir saatten kısa bir süre içinde Londra gibi küresel siyasî ve ekonomik sistemin kalbi sayılan şehirlerden birini felce uğratan bu şiddet eylemlerinin hemen öncesinde, İngiltere ve Blair yönetimi adına tozpembe bir tablo mevcuttu. AB’nin dönem başkanlığı, Almanya ve Fransa’nın siyasî meşruiyet krizine sürüklendiği bir dönemde devralınıp Avrupa’nın gerçek liderliğine soyunulmuş; bu bölgesel vizyon, Gleneagles’ta toplanacak G-8 zirvesine haftalar kala Live-8 ve benzeri organizasyonlarla desteklenen Afrika-küresel ısınma eksenli bir küresel profil yükseltme operasyonu ile desteklenmiş; ve hem bu operasyon, hem de “masa altı” diplomasisinin yardımı ile Londra 2012’de düzenlenecek olimpiyatlara ev sahipliği yapma hakkını kazanmıştı.
İşte böyle bir ortamda, G-8 zirvesinin resmen başladığı günün sabahı, Blair-Brown ikilisi Afrika’daki en yoksul ülkelerin borçlarının silinmesi, bu bölgeye yapılan kalkınma yardımlarının arttırılması ve ticaret koşullarının iyileştirilmesi odaklı hareket planları ile küresel ısınma konusunda ABD’nin razı olabileceği bir anlaşmanın temelleri hakkında medya ve sanat dünyası destekli liderlik gösterilerine hazırlanırken, beklenmeyen bir şok yaşandı ve Londra’daki saldırıların haberleri dünya kamuoyuna ulaştı. Zamanlaması özenle seçildiği belli olan bu saldırılar, hem küresel gündemi bir anda değiştirip Blair-Brown ekibinin “duyarlı küresel liderlik” propagandasını dumura uğrattı, hem de istikrar abidesi olarak görülen Britanya başkentinde hayatı ve ekonominin kalbi the City’yi felç etti. Ancak, G-8 toplantısına devam edilmesi konusunda alınan karardan sonra İskoçya-Londra arasında mekik dokuyarak bol bol televizyon mesajı yayınlayan Blair’in, “seizing the moment” (ânı yakalama) sanatını konuşturup bu kez “teröre karşı küresel savaş”ın öne çıkan lideri olarak politik prim yapma fırsatını kaçırmadığını da not etmek gerekiyor.
Bilindiği gibi 11 Eylül saldırılarının aksine Londra’daki bombalamaların en önemli özelliği, bu şiddet eylemlerini düzenleyen ve yaşları 18 ile 30 arasında değişen dört kişinin de İngiliz vatandaşı ve Müslüman olmaları (üçü Pakistan, biri Jamaika orijinli). Olayın bu yönü, 7 Eylül sonrası İngiliz devleti ve toplumunun tepkilerini anlamayı ve tahmin etmeyi de bir ölçüde güçleştiriyor. Saldırganlar göçmen ya da farklı şekillerde yurtdışından gelen teröristler şeklinde tanımlanamadığı için sınırlarda alınacak konvansiyonel güvenlik önlemlerinin ya da uzun zamandır tartışılan kimlik kartı uygulamasının (halen İngilizlerin nüfus cüzdanı tarzı bir kimlik kartları bulunmuyor) bu tür saldırılar karşısında etkili olamayacağı aşikâr. Bu bağlamda etnik-dinî azınlıklara görece özgürlük tanınması ile meşhur olan klasik İngiliz yönetim tarzında ve kurumsal yapılanmalarda, ABD sertliğinde olmasa da, bazı radikal değişiklikler gözlemlemek sürpriz olmaz.
Siyasal olarak Tony Blair’in İşçi Partisi iktidarına 1997’den itibaren hararetle destek olan toplum kesimlerinden biri de toplam sayısı üç milyon civarında olduğu tahmin edilen ve ağırlıklı olarak Pakistan-Bangladeş orijinli olan Müslümanlardı. İngiliz dış politikasının 11 Eylül sonrası giderek Amerikan dış politikası ile yakınlaşması ve özellikle Afganistan ile Irak’taki aktif İngiliz askerî varlığı Müslüman toplumun siyasî tercihlerini gözden geçirip tedricen Irak işgaline karşı çıkan Liberal Demokratlara ve eski kurt sol politikacı George Golloway’in Respect Partisi’ne kaymasına yol açtı. Özellikle son genel seçimlerde Müslümanların yoğun olarak yaşadıkları orta-alt gelir gruplarını barındıran seçim bölgelerinde İşçi Partisi’nin aldığı yenilgiler ve Tony Blair’in şahsına karşı oluşan antipati yönetici elit ile Müslüman toplum arasındaki uzlaşmanın sona ermiş olduğunu ortaya koydu. Bu arada 1997 sonrasında Müslümanları temsil eden sivil toplum örgütlerini bir çatı altında toplamak için güçlendirilen Muslim Council of Britain gibi yarı resmî kurumlar da İngiliz devletinin kamufle edilmiş uzantıları olarak görüldükleri için Müslüman grupların çoğu ile anlamlı ilişkiler kurmayı başaramadılar.
Tabii bütün bunlar, masum insanların hayatlarını kaybetmelerine yol açan şiddet eylemlerini bir avuç Müslüman gencin pasaportlarını taşıdıkları (ve bundan dolayı gurur duymaları beklenen) Birleşik Krallık’ta neden gerçekleştirmiş olabileceklerini açıklamak için yeterli değil. Ancak şurası bir gerçek ki, Blair ve ekibinin ABD ile stratejik ortaklıklarını giderek derinleştirerek izlemek istedikleri küresel profil yükseltme ve İngiltere’yi bir nevi yarı-süper güç yapma harekatı, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra iyice çeşitlenen ve hassas dengeler üzerine oturan İngiliz toplumunun zayıflıklarını da orta yere sermekte. Gittikçe aşınan Kraliçe ve Kraliyet ailesinden başka ortak değeri bulunmayan, siyasete yabancılaşmanın artarak devam ettiği, etnik-dinî azınlıkların kendilerine karşı uygulanan sistemli ancak dikkatle kamufle edilmiş ayrımcılık politikasının farkına vararak hayal kırıklığına uğradıkları, alt gelir grupları ile orta ve üst sınıf arasındaki makasın giderek açıldığı İngiltere, radikalizmin beslenmesi için giderek uygun bir ortam haline gelmekte.
Bu bağlamda Londra olaylarına refleks olarak alelacele ortaya konan anti-terör yasa tasarıları, drakonian güvenlik tedbirleri ve mutedil Müslümanlara karşı güvenlik güçleri ya da aşırı milliyetçi gruplar tarafından uygulanabilecek baskı-yıldırma kampanyalarının var olan durumu daha komplike bir hale getireceğine hiç kuşku yok. Doğru olan, Blair ve İngiliz devletinin aynaya bakarak kendi topraklarında kınadıkları şiddet ve terör eylemlerinin gerçek sosyo-psikolojik temellerini derinlemesine araştırmaları ve dünyanın diğer bölgelerinde ve özellikle Orta Doğu’da ABD ile ortak oldukları dış ve askerî politika seçeneklerini terör kaynaklarının beslenmesini önleyici ve problem çözücü bir doğrultuda gözden geçirmeleridir.

Paylaş Tavsiye Et