ERIC Nordlinger, Soldiers in Politics isimli ünlü eserinde askerlerin ya hakemlik, ya bekçilik ya da yöneticilik iddiası ile siyasî süreçlere müdahale ettiğini öne sürer. Oysa Türkiye’de ordu siyasete müdahalede bulunduğu dönemlerde bu üç iddiadan herhangi birini tek başına kullanmaz. Ordu bizde kendisini Kemalizm’in bekçisi, siyasetin hakemi ve memleketin idarecisi olarak takdim edegelmiştir. Bu durum ihtilal ve muhtıraların meşruiyetini daha başından teslim eden bir yapının oluşmasına, söz konusu müdahaleleri anormal telakki etmeyen bir siyasî aklın toplumsal kabul görmesine yol açar. Türkiye’de ordunun siyasete dönük müdahaleleri, ürküttüğü toplumsal ve siyasî aktörler miktarınca eleştiri konusu yapılır. Bu nedenle bir önceki müdahalede canları yananların bir sonraki müdahalenin can u gönülden savunucusu olabilmeleri bizde sık rastlanan bir durumdur.
Türkiye’de ordunun siyasete dönük müdahalelerinin böylesi bir meşruiyet zeminine oturuyor olmasının yalnızca ordunun örgütlenişi ya da kendisini takdim etme tarzı ile ilişkisi yoktur. Ordunun müdahalelerine esas meşruiyetini sağlayan amil, ihtilal ve muhtıraların baş gösterdiği dönemlerden önce gün yüzüne çıkan toplumsal çalkantı ortamıdır. 1950’lerin sonlarından 1980’li yıllara kadar gittikçe tırmanan bu çalkantı ortamı, geniş toplum kesimlerinde ve pek çok seçkin nezdinde ordunun “kurtarıcı” olarak görülmesine yol açmıştır. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan bu yana ordunun Kemalist rejimi koruyup kollayan, ancak siyasetin dışında kalan bir kurum olduğu yönündeki yaygın inanç da bu kurtarıcılık misyonunu besleyen çok önemli bir faktördür.
Toplumsal çalkantı, bir başka deyişle toplumda baş gösteren kaos ortamı, darbelerin başlıca meşruiyet zeminini oluşturmuştur. 27 Mayıs İhtilali öncesinde Demokrat Parti’nin yıpratılması amacına matuf olmak üzere çeşitli protesto eylemlerinde boy gösteren üniversite gençliği, 12 Mart muhtırası öncesinde ideolojik olarak ayrışmış ve 12 Eylül İhtilali öncesinde de birbirleriyle üniversite içinde ve dışında silahlı mücadele veren grupları bünyesinden çıkarmıştır. Örgütlü bir görüntü arz eden, ancak 12 Eylül İhtilali’nden sonra örgütsüz olduğu aşikâr hale gelen bu grupların meydana getirdiği toplumsal korku ortamı, zaten güvenlik eksenli bir toplum tanımını temel alan ordunun müdahalesinin toplumda sempati toplamasına yol açmıştır.
Ordunun siyasete dönük müdahalelerine ilişkin bu sempati, yalnızca halk kitleleri ile sınırlı olmadı. Eli kalem tutan, aydın sıfatı ile anılmayı seven Türk entelijansiyası da bu müdahalelerden en az bir tanesini “favori darbe/müdahale” olarak benimsedi. Kimileri 12 Eylül’den nefret etti, kimileri 12 Mart’tan. Kimileri 27 Mayıs’a, pek çoğu 28 Şubat’a hayran kaldı. Merkezdeki medya da 28 Şubat’ı çok sevenler safında yer aldı. Medya 12 Eylül İhtilali söz konusu olduğunda “ordu, ülke barışını tesis etti”, “asker ülkeyi iç savaştan kurtardı” söyleminin toplumsal belleğe kazınmasını sağladı.
Geçtiğimiz ay 12 Eylül İhtilali’nin yirmi beşinci seneyi devriyesine tanıklık ettik. Solcuların 27 Mayıs sevgisi ve 12 Eylül antipatisi hepimizin malumu olsa da, ilk kez bu yıl, bu denli yüksek sesle 12 Eylül karşıtlığı yapıldı. Sol görüşlü kimi vakıf ve dernekler 12 Eylül’ü protesto etmek amacıyla çeşitli etkinlikler düzenledi. 78’liler Girişim Tertip Komitesi’nin organize ettiği ve Kadıköy’de gerçekleştirilmesi planlanan 12 Eylül’ü Protesto Mitingi, İstanbul Valiliği tarafından “provokasyonlara sebebiyet verebileceği” gerekçesiyle bir ay ertelenmiş olsa da, 12 Eylül karşıtı pek çok gösteri yapıldı; ihtilalin mimarlarının yargılanması konusu yaygın bir söylem halini almaya başladı. Ne var ki yapılan bu gösterilerde açılan “İşgalci ordu Kürdistan’dan defol” pankartları temel meselenin pek de 12 Eylül ile ilintili olmadığını gözler önüne seriyordu.
İşin daha da ilginci, geçtiğimiz günlerde yazılı ve görsel medyada, hiç alışık olmadığımız isimlerden 12 Eylül İhtilali’ne dönük son derece radikal eleştiriler işitmeye başladık. 12 Eylül’ü, ülkeyi geri bırakan bir askerî müdahale olarak takdim eden ve 12 Eylül 1980 tarihini bir kırılma anı olarak gördüklerini ifade edenler gazete sütunlarını, televizyon ekranlarını bir anda kaplayıverdi. Hatta iş o boyuta vardı ki, Ertuğrul Özkök “şerefi”ni korudu ve “tek başına resmî geçit” yaptığını söyleyerek 12 Eylül’e tek başına da olsa sahip çıkacağını ifade etti.
Merkez medyanın 12 Eylül’e yönelik bu eleştirel tavrını son derece dikkatli okumak gerekiyor. 12 Eylül İhtilali’nin ardından “12 Eylül’ün Başarısı Şarttır”, “Allah Yardımcıları Olsun”, “Atatürk Yolunda Devam” manşetlerini atanlar, 12 Eylül’ün bir ihtilal değil, devletin kendisine sahip çıkma harekâtı olduğunu ısrarla söyleyenler ile bugün söz konusu eleştirel tavrı takınanlar aynı kişiler. “Aradan koca yirmi beş yıl geçmiş, bu yirmi beş yılda kimler değişmiş; biz de değişim hakkımızı kullanıyoruz” bahanesini öne sürmek ya da “ihtilal baskısı” gibi gerekçelerden bahsetmek, Türk medyası söz konusu olduğunda, hiçbir anlam ifade etmiyor. Eğer 28 Şubat sürecinde medyanın askerî bürokrasinin sözcülüğünü bu denli içten ve mahir bir tarzda yaptığına şahitlik etmemiş olsaydık ya da 12 Eylül ile ilgili bugün elimizde bu kadar hatırat kitabı olmamış olsaydı, o zaman belki bu gerekçeler bir anlam ifade edebilirdi.
12 Eylül İhtilali’ni gerçekleştirenlerin “toplumda can ve mal güvenliği(ni) sağlamak” dışındaki hedefleri, medya sayesinde ne toplumsal bellekte, ne de aydınların zihinlerinde yer etmiştir. Kalem erbaplarımız yıllar yılı çektikleri “derin ohh”tan bahsedip durmuşlardır. Türk medyası, yıllardır bir yandan silahlı kuvvetlerin yaptığı açıklamaları fırsat bilerek hükümetleri korkutmuş, diğer yandan da ordunun siyasete dönük her müdahalesini haklılaştırmak için elinden geleni yapmıştır. Ordu ve medya arasındaki bu kopmaz bağ, her ikisinin de “modernleştirici misyon”unda aranmalıdır.
Eğer 12 Eylül İhtilali öncesindeki kargaşa ortamının doğal bir toplumsal hareketliliğin değil; “öğrencilere mısır patlatır gibi bomba patlattıranlar”ın da içerisinde olduğu bir projenin ürünü olduğunu göz önünde bulundurursak, bu ihtilalin gerçek mantığını kavrayabilme imkânımız doğar. Bir gün öncesinde Ankara’da 23 bomba patlar, sıkıyönetim uygulanan bölgelerde dahi kan gövdeyi götürürken; ihtilal sonrasında askerî yönetime dönük tek bir mukavemet örneği görülmemesini başka türlü nasıl anlayabiliriz ki? Uluslararası konjonktürün dayatmaları, iç siyasetin rehabilitasyon ihtiyacı ve toplumsal muhalefetin sindirilme arzusunun gündeme getirdiği 12 Eylül İhtilali’nin gerçek hedeflerinden haberdar olanlar, yıllarca susmayı tercih etmişlerdir. 28 Şubat müdahalesi ile yeni bir boyut kazanan 12 Eylül sürecinin arkasındaki çarpık zihniyeti değil, birkaç ihtilalci generali hedef tahtasına oturtmak en hafif tabirle riyakârlıktır.
Paylaş
Tavsiye Et