MİTOLOJİ’YE göre tanrılar, insan’ı var kıldıktan ve ara’ya koyduktan sonra, insan’ı insan kılan niteliği yani sırrı nere’ye saklayacaklarını aralarında uzun uzun, sıkı bir şekilde tartışmışlar. Bir kısım tanrı, sırrı Evren’in en ücra köşelerine savurmayı, insanın bu köşelere uzanamayacağını söyleyerek teklif etmiş; bir kısmı ise Yer’in en diplerine atmayı... Ancak bilge tanrılar, insan’ın meraklı olduğunu, bu merak sayesinde hem Evren’in en ücra köşelerini, hem de Yer’in en diplerini araştıracağını, dolayısıyla bu yerlerin güvenli olmadığını bildirmişler. Tartışma bütün şiddetiyle sürerken bir tanrı, “Öyle bir yer bulalım ki insan, ihmalinden dolayı, ona nazar etmeyi/bakmayı hatırlamasın” demiş. Böyle bir yerin neresi olabileceğini düşünen tanrılar en nihayet, insan için en-yakın yerin aslında en-uzak yer olduğunu fark etmişler. Sonuçta insan’ı insan kılan niteliği yani sırrı insan’ın içine gömmüşler.
O gün bu gündür insan, “büht ü hayret re's-i marifettir” deyip kendisini insan kılan niteliği hep dışarı’da aradı; ya Evren’in en ücra köşelerinde ya Yer’in en diplerinde. Kısaca, insan kendisini unuttu. Bu nedenledir ki “insan, nisyan ile malûldür” denmiş; insan ile nisyan arasında köken yakınlığı kurulmuştur. Felsefe-bilim tarihine bakıldığında da bu durum müşahede edilebilir: Sümerlerden Babillilere, Mısırlılardan Yunanlılara merak’ın, hayret’in hep gökyüzüne, yeryüzüne, kısaca dışarı’ya yöneldiği görülür. Dışarı’ya nazar eden insanı kendisine konu alan Sokrates ile öğrencisi Eflatun’un, bilgiyi, “insanın unuttuğunu hatırlaması” şeklinde tanımlamaları; Eflatun’un insanın düştüğü bu durumu izah için inşa ettiği istiare-i temsiliye, düşünce tarihinde içeri’ye yönelmenin ilk adımlarını teşkil ederler. Öyle ki Eflatun, dışarı’nın bilgisini bile içeri’ye yerleştirir. Bu süreci, öğrencisi Aristoteles tamamlar: De Anima yani Kitab el-nefs, yani Kendinin bilgisi. Nübüvvet ile ondan beslenen sufî düşünce okulları ise insanın kendisine ilişkin bilgiden çok, insanın kendisini tanıması’ndan bahsederler: “Men arefe nefsehu fe-kad arefe Rabbehu”: “Kendini tanıyan Rabbini tanır”.
İnsan’ın dışarıyı bilmesi, karşısına alması demektir; bu ise insan ile dışarısı arasında bir ayrışmayı, farklılaşmayı, hatta yabancılaşmayı getirir. Bilgi de, böyle bir resimde, karşı karşıya konulmuş bu iki yabancının bir bağ ile tekrar bir araya getirilme işidir. Ancak insan, ister Evren’in en ücra köşelerini, ister Yer’in en diplerini tarassut etsin; sonuç kendisini ihmal’dir. Çünkü insan kendisini ne köşelerde, ne de diplerde bulabilir. Düşünce tarihinde dışarıdaki yollardan giden hiçbir düşünür kendisine uğrama fırsatı bulamamıştır. Dışarısı ara’dır; aralıkta mevcut olan insan’dır; insan aralığı değil, aralıkta bulunan kendisini aramalıdır. Başka bir deyişle, aralıkta kayıp olan insan’dır; bu nedenle insan, ara’da arayan, aradığı şeyin kendisi olduğunu bilmelidir; tersi durumda insan ara-lık-da kaybolup gider. İnsanın kendisini bulmasının olmaz ise olmaz ilk şartı ise yine kendisini bu-ara-da, aralıkta bulmasıdır.
Dışarı’dan gidenler, dışarı’yı fazla ciddiye alanlar, sırrı yani insanı dışarıda arayanlar acz hissederler. Bu acz sürdürülebilir olmaktan çıkınca insanı korku/havf kaplar. Korku kalıcı bir hâl alırsa, kişiyi anlamsızlığa sürükler. Hayatı anlamlandırma yetisini kaybeden kişi ise, ya kendisini koyuverir yani aralaştırır ya da kendisini imha eder. Maneviyatı, yani kişinin anlam dünyasını dışarıdan hareketle kuracağını zannedenler, zamanla, içeriyi dışarısına benzetir; insanı bir meta gibi algılamaya başlarlar. Acz ve onun neden olduğu korku, insan olmaklığın çıkış noktasıdır: (İnsaf ile ger olursa dikkat/ Nimet mi değildir acze ruhsat); ancak bu-ara-da kalmak insanın önce kendisini, daha sonra çevresini imha etmesinin başlangıcıdır: İnsan’ın acz ve korkudan, kendisine geçmesi, kendisinde gömülü olanı bulması, kudemanın deyişiyle, hâle hamd etmesi, şükretmesiyle başlar; bu, insana bir kuvvet verir; bu kuvvet de korku’yu ümide/reca dönüştürür. Öyleyse dışarı’dan içeriye, acziyetten kuvvete, korkudan ümide adım atma, hamd/şükr etme ile başlar. Bu nedenle hamd/şükür köprüdür; kişiyi dışarıdan içeriye taşır: (Hamd ana ki kıldı halka rahmet/ Tahmîdde acze verdi ruhsat).
Dışarı’da acziyet hisseden insan, işgale çıkar; dışarısını bilme ve bu bilmeye ilişkin, teknoloji dedikleri bütün âlet ve edevât bu acziyeti giderme çabasıdır. Bundan dolayı acziyet hissetme insan olmaklığımızı hatırlama bakımından önemlidir. Tersi durumda dışarı’da saplanma, dışarı’nın iniş-çıkışlarında kaybolma yüksektir: (Acz olmasa hâl olurdu müşkil/ Pây-i kec-i kilk olurdu der-gil).
İçeri’ye hamd köprüsünden giren bir kişinin bilmesi gereken ilk şey, burasının dehlizlerinin dışarıdan daha yoğun olduğudur: (Boşuna gezmişim yok tabiatta/ İçimdeki kadar iniş ve çıkış). Kudemanın deyişiyle dışarı’da, başka bir adlandırmayla söz-denizinde boğulmamak için insanın kendisine demir atması gerekir. İçeri’deki seyr ü seferin derinliği, sıhhatli ve müstakim bir şekilde akması, kişinin kendisinde gömülü olanla temasının yoğunluğuna bağlıdır. Türkçemizde, insanın kendi içine düşmesi anlamına gelen düşünmek, bu anlamda, gömülü olan üzerinde katlanmaktır, derinleşmektir.
Kudema, insanın derunî seyahatinin ibadet salıyla mümkün olduğunda hemfikirdir. İçer’deki okyanusun derinliği, dalgaların haşmet ve azameti, yolların iniş ve çıkışı, üzerinde yol alınan ibadet kayığının güçlü olmasını talep eder. Her bir şey’in kulluğu/ibadeti ne-üzerine-halk edilmişse, o şey üzerine, kısaca doğasına uygun olarak varlığını sürdürmesidir. Bir taşın ibadeti taş-olmaklığına, bir ağacın ibadeti ağaç-olmaklığına, bir arının ibadeti ise arı-olmaklığına göre var-olması ve buna uygun/göre davranmasıdır. Bundan dolayıdır ki, insan’ın en temel ibadeti içerisinde gömülü olan sırra, insan-olmaklığını mümkün kılan niteliğe göre yaşamasıdır; diğer bütün ibadetler insanı bu temel ibadete hazırlamak içindir. Geleneğimizde tefekkür, taakkul ile teemmül’ün, taabbud kabul edilmesinin sırlarından birisi de budur.
Oruç, kişiyi, içerisinde gömülü olan sırra yönelmek için, dışarıdan içeriye taşıyan en önemli ibadettir. Hemen hemen bütün kadim kültürlerde, insanın kendisini keşfedebilmeye hazırlayan bir güzergah olarak bulunması, orucun kişinin kendisini ciddiye almasının en önemli göstergelerinden birisi olmasındandır. Oruç, insana dışarı’ya karşı bir iç-duruş verir; dış-korkuyu iç-ümide dönüştürür.
İnsan’ın içerisinde gömülü sırra gelince, ister varlık ister tanrı, ister varlık bağlacı ister haml-i vücudî, sır Hüve’ye doğrudur. Sufî’nin dediği gibi: “Kesret vahdet’te madum; vahdet kesret’te mevcut değilse insan’ın elindeki kadeh’i ancak ölüm doldurur”: (Şad şükrola Hayy-i lâyemûta/ Kim erdi söz âlem-i sükûta).
Paylaş
Tavsiye Et