Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Dosya
Özelleştirmenin arka planı ve pratiği
Sadık Ünay
ÜRETİM ve hizmet süreçlerinde kamu sektörü ile piyasa aktörlerinin ne derece etkin olmaları gerektiği meselesi, ya da literatürde formüle edilen şekliyle ‘state vs. market’ problemi, ekonomi-politik yazınında yüzyıllardır tartışılan en temel sorunsal olagelmiştir. Bu noktada devletçi, piyasacı ya da bunları değişik şekillerde meczeden pek çok öğretinin geliştirilip politika yapıcılar tarafından farklı dönemlerde değişen başarı yüzdeleriyle hayata geçirildiklerini biliyoruz. Bilindiği gibi, klasik liberal kuramda kamunun ekonomik hayat içinde sahip olabileceği her türlü varlığın prensip olarak verimsizliğe, kaynakların yanlış kullanımına, piyasa aktörleri arasında haksız rekabete vs. yol açacağı Adam Smith’ten bu yana ifade edilen bir yaklaşım. Ancak küresel ekonomik sistemin tarihî seyrine ve gerek ulusal gerekse uluslararası yönetişim mekanizmalarının önceliklerine baktığımızda, dünyanın merkez ülkeleri dahil pek çok coğrafyada liberal öğretinin uygulamada pragmatik adımlarla mütemadiyen delindiğini ve değişen dozda karma kapitalist sistemlerin ortaya çıktığını görüyoruz.
Bu bağlamda, İkinci Dünya Savaşı sonrası Bretton Woods sistemi ile tandem halinde işleyen ‘Kökleşmiş Liberal Uzlaşı’ ve Keynezyen talep yönetimi politikalarının ya da gelişmiş ülkelere yapısalcı Amerikan ekonomistlerce taşınan müdahaleci sanayileşme öğretilerinin de, kurgulandıkları dönemlerin uluslararası konjonktürü içindeki hâkim güçlerin stratejilerini yansıttıklarını hatırda tutmak gerekiyor. Aynı şekilde, dolara endeksli uluslararası sabit kur rejiminin çöküşünden sonra hızlanan finansal küreselleşme ile çokuluslu şirketlerin güçlenip yayılmasını ve hem gelişmiş hem de gelişmekte olan ülkelerde sahneye konan serbestleşme/özelleştirme süreçlerini birbirinden bağımsız düşünmek neoklasik/neoliberal söylemin teknik detayı içinde kaybolup resmin bütününü görememe riskini arttıracaktır.
‘Özelleştirme’, yaşadığımız günlerde ekonomiyi yöneten siyasî figürler, iş dünyasının önde gelen aktörleri, akademik camia ve uluslararası ekonomik kuruluşlarca ekonomi politikasına yönelik seslendirilen standart ve giderek evrenselleşen söylemin temel unsurlarından biri. Tıpkı ‘liberalizasyon’, ‘deregülasyon’, ‘esnek iş piyasaları’ ve ‘dışa açılma’ gibi 1980’lerin başından itibaren yeni ortodoksi haline gelen neoklasik/neoliberal paradigmanın, özünde ideolojik ama sunuluş biçimiyle bilimsel bir parçası. Ve işte bu yönüyle küresel ekonomik entegrasyon, hızlı teknolojik değişim, bilgi toplumuna geçiş gibi tılsımlı süreçlerin tozu dumana kattığı bir ortamda mahiyeti ya da etkinliği tartışılamayacak derecede evrensel ön kabul gören bir politika aracı. Günümüzde çokuluslu şirketler, uluslararası ekonomik kuruluşlar ya da akademik ağlar kanalıyla Anglo-Saxon öğretinin ağırlıklı etki alanında bulunan gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde, ‘Washington Konsensüsü’ nün bu önemli sacayağını tartışmaya açmak cesaret istiyor. Avrupa’daki Keynezyen sosyal modelin mali krizinin en somut göstergelerinden ve sonuçlarından biri de daha önce hayal dahi edilemeyecek stratejik sektörlerde kerhen de olsa hızlandırılan özelleştirme süreçleri oldu. Uzakdoğu’daki kalkınmacı devletlerin dönüşüm süreçlerini de anımsayacak olursak, özelleştirme kapitalizmin değişik formları arasında sistemik değişimlerin ve kaymaların da habercisi oluyor aynı zamanda.
Elbette ki, kabaca kamuya ait olan mal, hizmet ya da üretim araçlarının özel girişimcilere bir bedel karşılığında devri diye betimlenebilecek özelleştirmenin değişik coğrafyalarda hayata geçirilen uygulama biçimleri ve bu uygulamaların felsefî-ideolojik arka planları arasında derin farklılıklar teşhis etmek mümkün. Kimi siyasî otoriteler (Batı Avrupa ve Doğu Asya’dakiler gibi) uluslararası sermaye güçlerinin baskılarına son raddeye kadar direndikten sonra özelleştirmeyi ulusal stratejiler ile pragmatik bir şekilde örülmüş ekonomik rasyonalite temelinde gerçekleştirirken, gelişmekte olan ülkelerin çoğunda özelleştirmenin kendi içinde her derde deva bir panacea olarak algılandığına sıkça tanık olabilmekteyiz.
İşleyen bir serbest piyasa ekonomisi olma yolunda 1980’li yıllardan beri köklü dönüşümler geçiren ancak büyük çaplı özelleştirmeleri kurumsal direnç ve sosyo-ekonomik istikrarsızlıklar sebebiyle bir türlü gerçekleştiremeyen ülkemizde 2005 yılının popüler deyimle bir ‘milat’ oluşturduğu malum. Özelleştirilmeleri yılan hikayesine dönen Türk Telekom, TÜPRAŞ, Erdemir gibi dev kamu şirketlerinin ihalelerinin birbiri ardına ve beklenen değerlerin çok üzerinde fiyatlarla sonuçlanmasının yarattığı heyecan bu kritik dönemde tek tek özelleştirme kararlarının metod, muhtemel sosyal yansımalar ya da uzun dönemli stratejik implikasyonlar açısından sorgulanmasına karşı ortaya konan idarî tahammülsüzlük ile iç içe geçmiş durumda. Kendisini ‘muhafazakâr demokrat’ olarak tanımlayan ve ‘piyasa ideolojik neoliberalizminin’ nadide örneklerini yetkili ağızlarının beyanlarında sıkça sergileyen AKP iktidarının özelleştirme olgusuna ekonomi yönetiminin teknik veya operasyonel bir parçası olmaktan ziyade felsefî-ideolojik bir zorunluluk hatta ekonomik demokrasiyi hedefleyen büyük bir sosyo-ekonomik dönüşümün mihenk taşı olarak baktığını anlamak da pek güç değil.
Bu yüzden, örneğin Avrupa’daki özelleştirmelerde alıştığımız uzun hazırlık ve tartışma süreçleri ile ‘özerkleştirme’ ya da kâr amacı gütmeyen yönetimlere/çalışanlara devir gibi seçenekler detaylı olarak incelenmeden sürate dayalı bir blok satış rüzgârının sürmesini normal karşılamak gerekiyor. Devasa boyutlara ulaşan kamu borç yükünün acilen eritilmesi için kaynak sağlaması bakımından büyük çaplı özelleştirmelerin başlı başına birer zafer öyküsü olarak yansıtılmalarına kamuoyu epeyce alıştı, zaten kısa dönemde zikredilen mali faydaların çoğunu yadsımak da söz konusu değil. Ancak yönetici kadroların değişik mahfillerden gelen sorgulayıcı yaklaşımlara teknik ve rasyonel cevaplar vermek yerine halet-i ruhiyelerini ‘sermaye ırkçılığı’ ya da ‘komünizm kalıntıları’ gibi ağır ifadelerle ortaya koyup özelleştirme faaliyetlerine katılan yabancı yatırımcıları abartılı biçimde taltif etmeleri, AKP gibi siyasî tabanı sosyal adalet taleplerini güçlü şekilde seslendiren bir parti için dozu abartılmış ‘piyasacı’ bir bilinç altyapısını yansıtıyor. Ne dersiniz; ‘Türkiye’yi pazarlama’ söyleminin, ulusal insanî gelişme öncelikleri, uzun dönemli ve çok yönlü kalkınma stratejisi, küresel sermaye ile özenli/dengeli entegrasyon ve sosyal adaletin iyileştirilmesi bağlamında birazcık yumuşatılmasını talep etmek ‘sermaye ırkçılığı’na girer mi acaba?

Paylaş Tavsiye Et