I-TÜRKİYE’NİN en iyi liselerinden birinin yeni öğrencilerine hitaben konuşuyor eski mezun bir ağabey. Uzun engelli bir koşunun sonunda başarmışlara özgü bir rahatlıkla sandalyelerine yaslanmış öğrencileri ve velilerini şaşırtan şeyler söylüyor aynı yollardan geçmiş delikanlı. Yıllarca dershane çilesi çekilerek kazanılabilen bu “ilk birkaç yüze girenlerin gidebildiği” liseden mezun olmasına, yine Türkiye’de ilk bine girenlerin okuyabildiği bir bölümde üniversite eğitimi alıyor olmasına rağmen hiç de mutmain bir ifade yok anlattıklarında. “Üniversiteyi gözünüzde büyütmeyin çocuklar, bir numara yok. Bizim hayal kırıklığımızı siz de yaşamayın.” diyor. Onun ardından konuşan diğer eski mezunlar da “Şu olursa şu olur” diye eğitim sürecindeki basamakları anlatırken duygularına bedbinliğin hâkim olduğu anlaşılıyor ses tonlarından.
II-Yine benzer bir hikaye. Sıralamada ilk ikiye giren Anadolu lisesinin ardından Türkiye’nin en iyi üniversitelerinden birinde eğitim hakkını kazanıyor bir genç kız. İki yabancı dili birden öğreniyor. Okuduğu bölümü seviyor. Ama gelecekle ilgili beklentileri onu depresif denebilecek duygulara gark ediyor. Çünkü okuduğu sosyal alanın iş hayatında tatmin edici bir karşılığı yok. Akademik hayata devamda ise başörtüsü yasağı bir engel oluşturuyor. Zaten ne kadar çalışırsa çalışsın uluslararası rekabet ortamında bir yer edinmenin mümkün olmadığı kanaati pekiştirilmiş, “modern bilime gecikmişlik” ve “bilginin merkezi”nden uzaklık vurgusuyla. Bu vurguya kendi özel gecikmişliği ve birtakım merkezlerden uzaklığı da eklenince Türkiye’de çok az gence nasip olan eğitim fırsatlarına sahip olmasına rağmen, ne ilim yapma ne de “hayata atılma” konusunda cesaret buluyor kendinde.
III-İlk iki örneğin aksine orta sınıftan değil üçüncü başarılı genç. Dar gelirli bir aileden gelmenin dezavantajlarını, hedefe kilitlenip çok çalışarak bertaraf etmeye çabalamış bütün eğitim hayatı boyunca. Çünkü ne babadan devralacağı bir miras ne kuşaktan kuşağa geçecek bir meslek geleneği lüksüne sahip. Eğitimden başka bir damar yok onu hızla akan hayata bağlayıp besleyecek. Çok çalışırsa bütün eşitsizlikleri etkisiz kılabileceği inancına sarılmış. Öyle de olmuş. “Fakir gencin başarı hikayesi”ni yazmış hayatıyla. Ama kariyer basamaklarını tırmanırken yüzleşmeye başlamış üniversiteye girişte bir şekilde bertaraf ettiği, sonradan azmini ve ümidini kıran eşitsizlikle, hakkaniyetsizlikle.
...
ÖSS sonuçları açıklanıp da derece yapan öğrencilerin haberleri gazetelerde yer almaya başlayınca, hep kendi kendime sorarım: Bu çok zorlu giriş sınavını dereceyle geçenler üniversiteye gittiğinde ne oluyor da belli bir dönem sonra söz konusu zeki ve çalışkan çocukların adını başarılı bilim adamları olarak göremiyoruz? Oysa bu örnekler de gösteriyor ki, bir tarafta öğütücü bir yarış atmosferi, diğer tarafta ilmî seviyesi tartışmalı bir üniversite ortamı mevcut. Böyle bir durumda her fırsatta popülist bir ifadeyle “geleceğimizi emanet ettiğimiz” gençlerden beklentiye kapılmadan önce kendimizi, sistemi, genel anlayışı velhasıl mevcut durumu gözden geçirmemiz gerekmez mi?
Dikkat edilirse yukarıda “başarılı” gençler arasından seçilmiş örnekler yer alıyor. Başarının ne olduğunun sorgulanması, hâkim başarı ölçütünün ekonomiye ve sayılara indirgenmesinin tartışılması gerektiği şeklindeki itiraz hakkımız elbette mahfuz. Ama üniversite giriş sınavlarının bir yarış ve yarışa hiç katılmayanların ya da “yenilmiş” addedilenlerin zaten “işlem dışı” sayıldığı bir atmosfer hâkim biz kabul etmesek de. Diğer taraftan “başarılı” denilen gençlerin bile bedbinlik, ümitsizlik gibi olumsuz duygulara kapılmış olması hem üniversiteyi hem giriş sınavlarını hem de genel eğitim sistemini gözden geçirmemiz gerektiğini ihsas ettiriyor.
İlk iki örnekte hem zorlu yarış sonrası yükselen beklentinin karşılanmayışının neden olduğu bir hayal kırıklığı hem de giriş sınavlarındaki gereksiz yüklenmenin yol açtığı bir erken yorgunluk söz konusu. Yani bir bilim ve araştırma kurumu olması beklenen üniversiteye gelmeden önce adeta öğütülüyor gençler ve daha koşunun başında enerjileri bitmiş oluyor. Üçüncü örnekte ise parayla diploma satın almaktan vakıf üniversitelerinin bir ticarethane gibi işlemesine ve akademik hayatta bilimsel yeterlilikten ziyade kayırmacılığın hâkim olmasına dek pek çok gayri adil uygulama ilim aşkını da, çalışma azmini de öldürerek öğütüyor gençleri.
Görünen o ki üniversitelerde alınan eğitim, gençlerin içinde yaşadığı toplum ve kendisi arasında olumlu ve anlamlı bir bağ kurmalarına yetmiyor. Yani üniversite kendini bulmaya yardımcı olmuyor. Eğitim kişinin kendisini bulmasına bırakın yardımcı olmak, buna açık kapı bırakmayacak bir tarzda örgütlenmiş adeta. Sosyal psikoloji açısından bakarsak, kişi en geç lise dönemlerinde kendisini bulmalıdır. Oysa çevremizde üniversiteyi bitirmiş, hatta bir meslek sahibi olmuş, ama hâlâ kendisini bulamamış kişiler hiç de az değil.
Bugün eğitim süresi eskiye nazaran çok uzadı. Ama bu kadar uzun eğitim görülmesine rağmen insanların hayatla ilgili tecrübelerinde ciddi bir azalma ve gecikme yaşanıyor. İbn Sina, “Şeyhu’l-Ekber” diye anılmaya başlandığında 17 yaşındaydı. Yani bugün ÖSS-zede öğrencilerin hızlı koşup çabuk yorulduğu yaşta en önemli eserlerini kaleme almaya başlamıştı bile. Fatih İstanbul’u fethettiğinde ise ortalama son sınıf üniversite öğrencisi yaşındaydı. Tabii ki her dönemin yaş olgunluğu farklıdır. Bugün sanayi kapitalizmi uzmanlaşma istediği için eğitim süreleri uzadı. Hayatın ertelendiği bu dönemin gün geçtikçe daha fazla uzaması, aileyi ve toplumu doğrudan etkilediği gibi benlik tanımlarını, sorumluluk duygusunu, olgunluğu, yetişkinliği vb. pek çok şeyi de etkiliyor.
Ve hayatın ertelendiği bu dönemin gün geçtikçe daha fazla uzaması, yukarıda bahsi geçen “kendini bulma”yı da olumsuz etkiliyor. Böyle olunca, üniversite bitiyor, kişi kendisini kaybolmuş hissediyor. Özellikle kız öğrencilerde evlilik ve çocuklar, bu kaybolma hissini daha da yoğunlaştırıyor. Değişen mesai anlayışının bir sonucu olarak ortaya çıkan “iş hayatı ve annelik” arasındaki gerilimli ilişki de buna ilave olunca, karmaşa daha da artıyor. Erkeklerde ise ekonomik baskılar, iş bulamama kaygısı, yetersizlik hissi bu kaybolmuşluğu besleyen hususlar.
Aslında bu, Türkiye’de sadece belli bir kesimin sorunu da değil. Genel eğitim sisteminden kaynaklanan bir sorun. Toplumun hafıza ve dinamiklerinden uzaklaşmasını öngören siyasi tercihler de besliyor bu sorunu. Beşeri, insan yapan süreçtir eğitim. Ama eğitim okul bitirmekten ibaret değil. Çünkü okul kişiye hayat tecrübesini kazandırmıyor. Bugün örgün öğretim insani erdemleri hedefleyen bir sistem olmaktan ziyade, meslek odaklı. Üniversiteler de ilim ve araştırma merkezleri olarak yapılandırılmadığı gibi bilgi, sanat ve edebiyat üretmekten de uzak bir görüntü sergiliyor.
Bütün bu olumsuz görünen tespitleri dikkate aldığımızda, okumak ile adam olmak, okumak ile ilim sahibi olmak arasındaki irtibatı ve bu irtibatın kuruluşunda üniversitenin yerini yeniden düşünmemiz gerekmiyor mu?
Paylaş
Tavsiye Et