ÇOCUKLUĞUMUN Ramazanlarını, kış mevsiminde sahura doğru uyanmaya çalışırken evin dışında ağaçların üzerine kümelenmiş kar yığınlarının odaya gönderdiği gümüş renkli ışıkla hatırlıyorum önce. Gece kimbilir nasıl bir zorlukla yeniden yakılırdı kuzine soba ve sanki bir çırpıda bir tepsi börek pişirilirdi, derme çatma gözünde. Sobadaki odunların çıtırtısı ve annemin üzümlü, pirinçli ya da peynirli, kıymalı su böreğinin kızarırken etrafa yaydığı kokuyla uyanmaya devam ederdim. Kar yığınlarının gümüşümsü ışığını bastırırdı sobanın deliklerinden fışkıran ateş yalımları ve geniş sedirde kurulmaya devam eden sofrayı aydınlatırdı. Sobanın fırınından çıkartılarak sahur sofrasına getirilen yemekler -annemin belirgin aracılığına karşılık- göksel bir ziyafetle ilgili görünürlerdi. Bir mukabele açıklaması ya da bir vaaz cümlesiydi: Gökyüzüyle ilişkilendirilen bir açıklamayla rahmet kapılarının açılmış olduğu anlatılmıştı; rahmet, gece karanlığını aydınlatan her şeydi, öyle hissederdim. Sofranın mutlaka sahura doğru hazırlanmış olan başyemeği ise iyi olduğunuz; iyi ve dürüst bir insan, sadık ve hakikatli bir kul olmaya çalışacağınız için hazırlanmış bir ödül olarak görünürdü.
Aynı yemeği başka bir sofrada, başka bir mevsimde yediğinizde aynı tadı almazdınız.
İftar sofrası hazırlıklarının telaşını paylaşabilmek için ise orucu ucundan kıyısından tutabilmiş olmak gerekirdi. “Tekne orucu” denilen yarım gün süren oruçları olabildiğince uzatmaya çalışır, bazen tam bir oruca dönüştürmeyi başarırdım.
Hayatımın bana en zor gelen Ramazan günlerini geçirirken üniversite öğrencisiydim. Yaz aylarıydı. Geceyi proje çizimleriyle sahurun gereklerine bölüştürmüş olarak, uykusuz vaziyette düşmüş olurdum yola. Bir keresinde Haydarpaşa Garı’nda bir bankta yarı baygın düşüp kaldığımı hatırlıyorum. Bir büfeci elinde bir bardak suyla koşmuş, orucumu açmam için ısrar etmişti. Üç kez baygınlık geçirmeden oruç mu açılırmış...
Yeniden yaz mevsimine dönüyor Ramazan. Sıcak günlerde akşamı beklerken, bir yakınımın sorumlu mühendis olarak çalıştığı demir-çelik fabrikasının, kaynar kazanların başındayken bile orucunu bozmaya yanaşmayan işçilerini hatırlayacağım. Peygamberimizin (s.a.v.) ve sahabenin bazen bir kâse pirinçle tuttukları oruçları, birkaç hurmadan ibaret iftar yemeklerini hatırlayacağım.
Ve yatılı okulda geçirdiğim Ramazanların güzelliğini de... Her zamanki yatma saatinden hemen önce sahur yerine geçecek bir kahvaltı verilmiştir yemekhanede, yine de gece sahura kalkmadan edemeyenler birbirini bulurdu. Oruç tutmayan öğrencileri rahatsız etmemek için koğuşun ışıklarını açmaz, yağlı boyadan perdelerinin yer yer döküldüğü pencerelerin camlarından sızan ışıkla yetinerek, ranzaların üzerinde sahur yemeğimizi yerdik. Öylesine alışırdık ki Ramazan’a, bazen üç ayı bulurdu orucumuz. Ihlamur ve karaağaçlardan yayılan hoş kokulardan derdiğimiz bir enerjiyle yürürdük yollarda, ezanı beklerken.
Genç insanın büyüme çağında bedeninde meydana gelen değişikliklerin yol açtığı sorunları bazen olağanüstü bir şekilde abartma eğilimine karşılık, bedenin ihtiyaçlarına yoğunlaşmayı küçümseten saf bir manevi coşkusu vardır. “Kendini dünyayı kurtarmaya adamak”, dünyayı olduğu haliyle kabullenmeye razı olamayacak genç insanların mesleği sayılır. Genç insan, kurtarmayı amaçladığı dünyayı daha yakından ve içeriden tanımaya yönelik her adımıyla biraz daha içine çekilir bu kurtarma davasının. O nedenle de oruç ya da perhiz, dünya nimetlerinden el etek çekmeyi gerektiren bir disiplin, azla yetinebilme iradesi, gece namazları, kendini bir davaya adamaya yatkın kişiliklere çekici gelecektir. Nefis terbiyesinin ise bir sınırı yok. Aşırı giden, zıddına inkilap edermiş. Peygamberimizin (s.a.v.) ashabından Ebu Derda’yı sürekli oruç tuttuğu ve gecelerini bütünüyle namaza ve zikre ayırdığı için eleştirdiğini de biliyoruz.
Gerçi Ramazan ayı nefis tezkiyesi bağlamında aşırılığa izin vermiyor. Bir süreliğine geceleri gündüz, gündüzleri ise gece gibi yaşıyoruz. Saatlerin ritmi değişir gibi oluyor önce, zaman algımız karışıyor. Uykularımızı azaltıyor, çalışmalarımızı seyreltiyor, ufkumuzu farklı çalışma açılarıyla değiştiriyor; yüzümüz olabildiğince uhrevi âleme dönük olsun istiyoruz. İcaplarına tamamen uyum sağladığında bedenimiz ve gündemimiz, hızlanarak azalıyor oruç günleri ve bayramla noktalanıyor.
Önceliklerimizin değiştiği günlerden, gecelerden geçeceğiz bir kez daha. Bir zamanlar dünya hayatından ne çok şey beklediğimiz, kendimize ne kadar çok şeyi layık bulduğumuz için en azından bazı yönlerde yanıldığımızı öğreneceğimiz derslere başladık.
Verili kültürün bize dayattığı varlığı ve nesneleri algılama hallerini biraz da olsa değiştirmeyi, yeniden bakmayı öğrenmeyi denemiştik yıllarca, gecemiz gündüzümüze karışırken. Her seferinde yeni bir gözle tanır gibi olmuştuk dünya nimetlerini. Gözkapaklarımız ağırlaşsa da sabah ezanına doğru, kaçırmak istemezdik, gecenin gündüze dönüştüğü sınırdaki ışığı. Onu tanırdık; çünkü sanki her zaman, akıp gitmesine kıyılamayan, kadri bilinen, şükrü idrak edilen zamanın yanı başında olurdu.
Ramazan günlerinin yaydığı bir ışık var; yaz olsun kış olsun; çocukluğumun oruçlarından itibaren belli belirsiz odamın ya da koğuşumun pencerelerindeki örtüleri aşarak gözlerimi kamaştıran başka dünyaların ışığı o. Görülmeden geçileni hatırlatan bir fener, kimi bakımlardan ihmal edilse de kesintiye uğratılmadan sürdürülen amelin kandili...
Bedenin araçsallığından gerçek ve tinsel bir özgürleşme tarzı üretemeden, olgusala olan mahkûmiyetimiz sona ermeyecektir. “Doğa içeridedir” der Paul Cezanne. Nitelik, ışık, renk, derinlik ancak vücudumuz onlara kabul verdiği için oradadırlar.
Oruç günlerinin duyularımızı incelttiği ölçüde, bir ay sonra başka türlü bakacağız dünyaya, nesnelere, olgulara, yeniden…
Paylaş
Tavsiye Et