TERÖR açısından sükunetle geçen 4-5 yılın ardından, 90’larda yaşadığımız karakol baskınları ve şehir merkezlerindeki bombalamalar yeniden baş gösterdi. 22 Temmuz seçimleri öncesinde başlayıp yerel seçimler arifesinde olduğumuz bugünlerde artan olaylar, Kürt sorununun ve terörle mücadelenin bütün boyutlarıyla kamuoyunda tartışılmasına yol açtı. Bu tartışmalar, bugüne kadar uygulanan çözüm yöntemlerinin akan kanı durdurmakta başarısız olduğu konusunda kamuoyunda asgari bir mutabakatın oluştuğunu ortaya koyuyor. Gelinen noktada, Kürt sorununun mahiyeti ve çözüm imkanlarıyla ilgili meçhul kalan bir husus bulunmuyor. Ancak çözüm ihtimallerinin bütün çıplaklığına rağmen, sorun ilk günden daha şiddetli bir biçimde maliyet üretmeye devam ediyor. Bugün, Kürt sorunu sosyolojik, tarihî ve siyasi bir kırılmayı temsil ediyor. Önceki yıllarda yapılabilecek yerinde müdahaleler sorunun bu noktaya gelmesini önleyebilirdi. Fakat geçmiş siyasi aklın yanlış teşhisleri ve eksik çözüm yöntemleri sorunu daha da büyüttü.
Sorun Neden Bu Hale Geldi?
Kürt sorununu besleyen ve büyüten etkenlerin başında, devletin bugüne kadar çözüm için yürürlüğe koyduğu yanlış politikalar geliyor. Kürt sorunu, Cumhuriyet’in kuruluşundan bugüne kadar resmî söylemde, dönemsel önceliklere göre aşiret yapısından geri kalmışlığa, cehaletten dış mihrak kışkırtmacılığına kadar birçok farklı biçimde ele alındı. Ancak PKK’nın etkisiyle 80’lerin ortalarından itibaren kamu bürokrasisinin soruna yaklaşımı daha çok asayiş eksenli oldu. Kürt sorununun tanımı ve çözümünde bütün inisiyatif, güvenlik güçlerine ve güvenlik perspektifine havale edildi. Fiilen Kürt sorunu ile PKK sorunu özdeşleştirildi; sorunun çözümü PKK’yı etkisiz hale getirmeye endekslendi. Böylece bir “semptom” olan terör, “hastalığın” yerine ikame edilerek, Kürt sorunu terörle mücadeleye indirgendi. Terörle mücadele ise basitçe, terör örgütünün dağ kadrosunu etkisiz hale getirmek olarak algılandı. Neticede fiilî anlamda yurttaş ile terörist ayırımı göz ardı edildi. Önce sıkıyönetim ardından da OHAL uygulamasıyla, 24 yıl kesintisiz bir şekilde, olağanüstü koşulların olağan kabul edildiği bir toplumsal/siyasal ortam yaratıldı. Bu süreçte en masum çözüm önerileri bile bir taviz olarak algılandı ve dikkate alınmadı.
Sorunu besleyen ikinci etken, Kürt sorununun sözcülüğünü üstlenen kesimlerin kısmen ideolojik formasyonları kısmen de devletin yanlış politikalarına tepki olarak geliştirdikleri etnik-seküler söylem ve bu söylemin Kürt sorununun oluşumunda yol açtığı tahribattır. 1960’tan itibaren Türkiye’deki Marksist sol yapılanmadan beslenen Kürt hareket ve örgütleri, etnik-seküler bir dile sahipken, 90’lara kadar dinî ve geleneksel değerlerin etkisiyle bölge halkından kabul görmekte zorlandı. Kürtler, büyük oranda güvenlik perspektifinin politikaları altında yaşadıkları sosyolojik dönüşümün etkisiyle, başlarda kendilerine yabancı buldukları bu etnik-seküler dili benimser hale geldiler. Etno-seküler dil ise Kürt tarihini yeniden yazdı, yeni kurucu mitler inşa etti. Bu yaklaşımda dinin, ortak kültürel değerlerin ve geleneklerin kurucu ve bütünleştirici rolü arızi bir unsur olarak ele alındı.
Türkiye’nin asli unsurlarından olan Kürt halkını kucaklayacak, “ortak kader” algılarını tehlikeye sokan sorunları giderecek kuşatıcı bir siyasi dile ihtiyaç var. Sonuçta bu toprakları vatan yapan tarihsel-kültürel derinlik ve kardeşlik algılaması göz ardı edilerek yapılacak her tartışma, yabancılaşmayı beslemekten ve parçalanmayı hızlandırmaktan başka bir işe yaramayacaktır. Türkiye, etnik dili meşrulaştıran gerekçeleri yapısal reformlarla ortadan kaldırmak suretiyle Kürt sorununu “Türkiye içerisinde” çözmeyi başarmalıdır. Aksi takdirde önümüzdeki dönemde “ülke-içi etnik bir sorun”dan çok “sınır-ötesi bir aidiyet sorunu”yla karşı karşıya kalınabilir. Kürt sorununu bir “Kürdistan sorunu”na dönüştürmemenin yolu, Türkiye Kürtlerinin bu topraklarla olan kader birliğinin devam ettirilmesinden geçmektedir.
Çözüm İçin Asgari Adımlar
Bugün itibarıyla, Kürt sorununu çözmeye yönelik devreye sokulan stratejilerin beklenen sonucu vermediği açık. Türkiye’nin Kürt sorununa yaklaşımını esir alan güvenlik ve kimlik siyasetinden vazgeçerek, etnik dilin kurgusal sihrine kapılan Kürt ve Türk vatandaşların zihninde psikolojik bir dönüşüm sağlayacak yeni ve samimi bir toplumsal uzlaşmanın zeminini oluşturmak gerekir. Bu zemin, hukukun üstünlüğüne dayalı demokratik bir siyasal sistemin pekiştirilmesine yönelik reformların geliştirilmesiyle oluşturulabilir. Demokratik sistem içerisinde taleplerin hukuksal güvencelerle karşılandığı bir çözüm stratejisi, bu ülkenin vatandaşlarını tekrar İstiklal Marşı’nın ruhunda mündemiç olan bir “aidiyet akdi”yle birbirine bağlayarak “toplumsal barış”a, “normalleşme”ye ve “iç konsolidasyon”a hizmet edecektir.
Kapsamlı ve gerçekçi bir çözüm stratejisinin geliştirilebilmesi için inisiyatifin güvenlik güçlerine bırakılmaması, Kürt sorununun terör sorununa indirgenmemesi ve demokratik açılımların güvenlik kaygılarına kurban edilmemesi gerekir.
1.PKK’nın Kürt sorununu gölgelediği 80’lerin ortalarından bu yana, inisiyatif güvenlikçi perspektife, güvenlik çevrelerine ve güvenlik güçlerine bırakıldı. Bu durum Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK)’nin terörle mücadelede kendisini tek adres olarak görmesini beraberinde getirdi. TSK’nın siyaset üzerindeki nüfuzu ile siyasetçilerin irade koymaması neticesinde, siyaset kurumu Kürt sorununun çözümünde askerlerin isteklerini yasalaştırmakla sınırlı bir edilgenliğe mahkum edildi. Bu yaklaşım, birçok farklı yapısal dinamiklerden beslenen Kürt sorununun PKK’yı bastırmaya endekslenmesine yol açtı ve sorun katmanlaşarak büyüdü. Soruna kapsamlı çözüm için siyasi iktidar önderliğinde bir mücadele ve çözüm stratejisinin oluşturulması ve bu çerçevede güvenlik güçlerinin görev alanlarıyla ilgili faaliyetlerde siyasi iktidara karşı sorumlu olacakları bir düzenlemenin hayata geçirilmesi gerekir. Siyasi iradenin inisiyatif alması, hem Kürt sorununun teröre indirgenmesi riskini azaltacak hem de terörle mücadelede daha etkili bir stratejinin hayata geçirilmesini mümkün kılacaktır.
2.Kürt sorununu besleyen ve büyüten bütün dinamiklerin hesaba katıldığı bir çözüm paketi yürürlüğe konmadan, sadece dağdakileri etkisiz hale getirmekle sınırlı bir strateji çözüme katkıda bulunmadı. Nitekim son yıllarda, askerî ve sivil karar alıcılar, bu iki unsuru birbirinden ayırmak gerektiğini dillendiriyor. Ancak bu görüşlere de yakından bakmakta yarar var. “Dağa çıkmayı engelleme” ile “dağdakileri etkisiz hale getirme” olarak formüle edilen ayırım, Kürt sorununu terör paradigmasıyla ilişkili olarak anlamlandırmakla güvenlik perspektifinin zaaflarını taşımaya devam ediyor. Bütün mücadele stratejisini terör örgütüyle ilişkilendiren bir yaklaşım, örgütü besleyen karmaşık ilişkileri de ıskalamaya mahkumdur. Kürt sorununa yönelik yapısal reformları terör faaliyetlerinin durmasına bağlayan bu perspektif terk edilmedikçe, ne Kürt sorununda bir mesafe alınabilir ne de terör sorunu ortadan kaldırılabilir. Bu nedenle Kürt sorununu çözmeye yönelik gerçek bir paradigma değişimi, terör ile terör örgütü arasında bir ayırım yapmaktan öte, Kürt sorunu ile terör sorunu arasında bir ayırım yapmaktan geçiyor.
3.Kürt sorununu terör gölgesinde ve güvenlikçi perspektifle ele almanın Türkiye’ye en büyük maliyeti, demokrasi-güvenlik dengesinin güvenlik lehine bozulması oldu. OHAL uygulamasının 15 yılı bulması bunun en basit örneği. Dolayısıyla terörle mücadelede etkili olacak bir stratejinin güvenlik güçlerini denetleyecek bir şekilde siyasi iradenin öncülüğünde gerçekleşmesi ne kadar gerekliyse, Kürt sorununun çözümünü terörle mücadeleye indirgeyen güvenlik perspektifinden kaçınmak da o kadar gerekli. Bu iki düzenlemenin eşzamanlı uygulamaya konması gerekir. Aksi takdirde siyasi iradenin öncülük ettiği bir güvenlik perspektifi de çözüm yönünde bir ilerleme sağlamayacaktır.
Terörle mücadele, Kürt sorununun çözümünde başvurulacak stratejilerden yalnızca birisidir ve siyasal, ekonomik ve kültürel çözüm stratejileriyle desteklenmediği sürece, bundan sonra da başarısız olacaktır. Bu nedenle güvenlik tedbirlerinin vatandaşların demokratik taleplerini, anayasal çerçevede belirlenmiş hak ve özgürlüklerini örselemeyeceğinin teminat altına alındığı bir düzenlemenin hayata geçirilmesi gerekir.
Sonuç olarak bugüne kadar Kürt sorununu çözmek için güvenlik perspektifinin sınırları içerisinde uygulanan stratejiler, çözüme katkı sağlamadığı gibi sorunun daha katmanlı bir hal almasına yol açtı. Yanlış çözüm stratejilerine etno-seküler dil de eklenince, Cumhuriyet dönemi Türkiye’sinde ilk kez Müslüman tebaadan iki farklı “etnik unsur” üretildi ve seküler bir anlam dünyasında karşı karşıya getirildi. Nihayetinde Kürt sorununun sadece bir dinamiğine veya neticesine odaklanan yaklaşımlar, sorunun çözümüne etkili ve uzun vadeli bir katkı sunmadı. Kürt sorunu karmaşık siyasal, sosyo-ekonomik ve uluslararası dinamikleriyle entegre bir sorun haline geldi. Soruna entegre çözüm paketleri sunmayan her yaklaşım, kendi içerisinde eksiklikler barındıracak; ülkenin birlik ve bütünlüğü tehdit altında kalmaya devam edecektir.
Geçmiş 25 yılın alışkanlığıyla kamu bürokrasisi, bugün de bütün mesaisini terörü etkisiz hale getirecek düzenlemelere ayırmaya devam ediyor. Bu çabalar, karmaşık ve çok katmanlı olan Kürt sorununu teröre ve asayişe indirgeyerek besliyor. Vakit kaybetmeden bu güvenlikçi perspektiften vazgeçilerek, Kürt sorununun karmaşık dinamikleriyle yüzleşecek yapısal reformların hayata geçirilmesi gerekiyor. Bu çerçevede Türkiye’nin asli unsuru olan Kürt halkını kucaklayacak, “ortak kader” algılarını tehlikeye sokan sorunları giderecek kuşatıcı, demokratik ve özgürlükçü bir siyasi söylem ve eylem bütünlüğünün hayata geçirilmesine ihtiyaç var. Hukukun üstünlüğüne dayalı demokratik siyasal rejimi pekiştirmeye yönelik açılımlar, hem Kürt sorununun çözümünü hızlandıracak hem de büyük oranda çözümsüzlükten beslenen terörü ortadan kaldıracaktır.
Paylaş
Tavsiye Et