Y-ET-İŞMEK (=ulaşmak), karşınıza çıktıklarında her soru ve soruna y-et-mek, y-et-erli olmak, çözümü sağlayacak bir şeyler et-mek, kişi için oldukça zor ve zaman alıcı bir süreçtir. Daha önceki Anlayış yazılarında üzerinde durduğumuz eğitim(terbiye) ve öğretim(talim) ile ikisini birleştiren er-demin (edeb) sağladığı bu maddi ve manevi donanım kazanma, sonuçta er(kişi) olma süreci, bireyin Varlık denizinde bir y-er tutma, işlev gösterme ve ilişki kurma, kısaca toplumsal bir var-olan haline gelme, insanlaşma ma-cera-sıdır (akış). Tüm bu akışın sonucunda ulaşılan maddi (bâliğ) ve manevi (âkil) yeterlilik, Türkçede yine er (kişi) sözcükleriyle ilgili, sırasıyla er-gen ve er-gin ile karşılanır; er-gen ve er-gin, kısaca kişi olan er-dem’e yelken açabilir. Erdemli olabilmek için, kudemânın deyişiyle, aklın zihni, ihtiyârın iradeyi denetlemesi, dizginlemesi ve yönlendirmesi gerekir. Bu nedenle, amelî akıl, nazarî akla göre öncelik sahibidir; çünkü ancak erdemli olan akıllı olabilir. Başka bir deyişle aklın içeriğine göre davranan, zihnini bu içeriğe göre yönlendiren; zihninin istençlerine(irade) karşı, kişisel çıkarlarına zarar verse de, aklın içeriğine uygun hayrı talep eden (ihtiyâr); kısaca zekâsına değil aklına göre eyleyen kişi ahlâklı, erdemli kişidir. İşte yalnızca böyle bir kişi, her soru ve soruna y-et-işemeyeceğini, y-et-emeyeceğini bilir; bunu bildiğinden her işe kalkışmaz, her işi et-mez; bilgi’ye danışır, sorar. “Sormak, aklın dindarlığıdır” çünkü... Geleneğimizdeki, ihtiyâr, ihtiyârlar heyeti, ihtiyârlar odası, muhtar gibi onlarca sözcüğün,hatta Tanrı için kullanılan Kâdir-i Muhtar İlm-i Kelâm teriminin, yukarıda çizilen çerçevede anlamları bir daha düşünülebilir. Çünkü, kısaca dendikte, ihtiyâr sahibi olmanın en önemli özelliği yapmak gücü değil, tüm koşullarına sahip olduğu hâlde, yapmama gücüdür. “Yapmama gücü”, zihnin isteklerine dur deyip zekânın öne geçmesini engellemek, aklın denetleyiciliği altında etmekten, eylemekten hasıl olacak hayrı öncelemek demektir. ‘Hayr’ yoksa “Hayır!” diyebilme gücü, ihtiyâr sahibi olmanın en önemli göstergesidir çünkü...
Bütün bu düşünceler, bir gazetede yayımlanan bir köşe yazısını okurken, ete kemiğe büründü. Kişilerle değil fikirlerle uğraştığım, kişi ya da dinî, siyasî, iktisadî ya da toplumsal herhangi bir öbeği yazılarıma konu almadığım erbâbının malûmudur. Ancak, benim de mensubiyet duyduğum değerleri, (gerçi bana sormadan!), toplumsal bağlamlarda temsil ettiklerini iddia eden kişilerin bu tür düşüncemsi yazı ya da konuşmalarını, en azından, “Onlardan Allah’a sığınırım” diyebilmek için takip ettiğim ve kendime konu kıldığım da, ayrı bir vakıadır. Fakat öncelikle böyle bir yazıyı zaman ayırıp kendime konu kılmamın fikrî bağlamını belirlemekle başlamak açıklayıcı olacaktır.
Üniversite yıllarında felsefeye ilişkin bir kitabı okurken, yazarın, Hegel’den mülhem “Doğuluların tarihi yoktur” yargısı üzerinde oldukça fazla sahife karaladığını görünce, bilmeme karşın, kitabın kapağına yazarın adını görmek için tekrar baktığımı anımsıyorum. Bir kişinin, öteki kabul ettiği bir varlık alanı için böyle bir değer yargısında bulunması normaldir; ayrıca bir Doğulunun da yalnızca tespit ya da teşhis olarak kendi toplumu hakkında böyle bir çıkarımda bulunması anlaşılabilir bir davranıştır. Ancak bu tespit ve teşhisi koyan kişinin tedavi sürecinde ne yaptığına baktığımda, Batılı gibi düşündüğü ama Doğulu gibi yaşadığını anladım; çok genç bir yaşta kendi toplumu için dışarıdan, öteki gibi konuşan, yazan ve davranan kişileri, hangi toplumsal katmana, dünya görüşüne, siyasî meşrebe mensup olursa olsun ciddiye almamak konusunda karar verdim. Benim için kendi toplumunun hâfızasını dikkate alıp konuşan bir Marksist; dışarıdan, öteki gibi konuşan, toplumunun hâfızasını önemsemeyen dinî duyarlılığı yüksek bir kişiden her zaman daha dikkate ve saygıya değerdir. Çünkü tarihsizliğin dini olmaz; yine çünkü tarihsizler tek bir millettir; ve yine çünkü tarihsizlerin Anadolu ve Balkanlar’da yaşayan bu tarihî millet için öngörebileceği hiçbir sahici gelecek tasavvuru yoktur.
Fikrî bağlamı belirledikten sonra yazının çıkarımlarıma konu olan bölümüne bakabiliriz:
“Alman filozofu Oswald Spengler ‘her medeniyetin bir matematiği vardır’ diyor. ‘Hiçbir matematikçi yetiştirmemiş olan Türklerin matematiği nedir acaba?’ Bu soruyu ve bu sorunun önemini Oğuz Atay’ı tekrar okurken fark ettim. Nitelikli bir hesaplaşmaya kendimizin de toplumumuzun da çok ihtiyacı olduğu bugünlerde bu soru daha da önemli hale geliyor. ‘Medeniyet matematiğimiz nedir?’ sorusu üzerinde hiç düşündük mü acaba?”
Spengler “her medeniyetin bir matematiği vardır” diyor, “her milletin bir matematiği vardır” demiyor. Dolayısıyla soruyu “Türkler’in değil, Türkler’in mensup olduğu Medeniyetin bir matematiği var mıdır?” biçiminde düşünmek gerekir. Yazarın, bu yanlış anlamasına bir de “Hiçbir matematikçi yetiştirmemiş olan Türkler’in...” biçimindeki cehl-i mik‘ab’a(üç boyutlu cehâlete) dayanan yargısını eklediğimizde ortada malûmat eksikliğinden değil; bir duruş’tan, bir tavır’dan, bir bakış’tan kaynaklanan bir sorunun olduğu açıkça görülür. Bu duruşta, tavırda ve bakışta yalnızca Türkler değil, İslâm Medeniyeti bile ötekileştirilmiş, başkalaştırılmış haldedir.
Tekrar etmekte yarar var: Sorun malûmat eksikliğinden kaynaklanan bir sorun değildir. Sorun’un kökleri doğrudan bir bakış, tavır ve duruş sorunudur. Hafızasızlıktan kaynaklanan bu hastalıklı bakışta, cami ve mektebi, imam ve öğretmeni birbirinin zıddı kabul ederek sosyolojik(!) analiz yapan ile medeniyet ve milleti birbirine karıştırıp, tarihî cehâlete dayanarak tahlil yapan arasında hiçbir fark bulunmamaktadır. Çünkü Anadolu ve Balkanlar’da Müslüman olmak için, medenî aidiyeti atlayıp yalnızca itikadi mensubiyeti yeterli gören “muhafazakâr demokratlığın” bu topraklarda yaşayan insanlara verebileceği hiçbir sahici gelecek tasavvuru yoktur. “Nitelikli bir hesaplaşmaya” gelince, diyebiliriz ki “Bilgi’ye sormakla başlar”; çünkü “Sormak, aklın dindarlığıdır”...
Paylaş
Tavsiye Et