TÜRKİYE’DEKİ düşünce hayatının en önemli sorunu nedir? Bu soruyu bana, geçen günlerde bir öğle yemeği sırasında, yaz aylarında yazma eser kütüphanelerinde çalışmak üzere Türkiye’ye gelen yabancı bir Türkolog yöneltti. İster yurtiçinde ister yurtdışında bu tür sorularla muhatap olduğumda, servis yapar bir konuma düşmemek için ayrıntıları atlayan akademik bir dille yanıt vermek âdetimdir. Nitekim meslektaşıma da bu çerçevede bir yanıt verdim; ancak sorunun bizatihi kendisi, olanca ağırlığıyla üzerime çöktü. Elbette bu soruyla pek çok çevrede muhatap olmuş, üzerinde tartışmış, konuşmuş; hatta farklı dönemlerde değişik tespitler ışığında yanıt vermişizdir. Soruna âletler değil, en azından kendimi ikna edecek asıllar yönünden yanıt bulabilmek için okumalarımı gözden geçirdim; şimdiye değin verilmiş, sorunu farklı yönlerden aydınlatan yanıtları taradım; açıkçası tatmin edici bir sonuç elde edemedim. Söz konusu sorunu demlenmek üzere bir kenara bıraktığım sırada, doğa felsefesi ve metafizik alanlarında medreselerde ders kitabı olarak okutulan Necmeddin Kazvinî’nin Hikmet el-ayn adlı eserini mütalaa ediyordum. Eser, yaygın olan, doğa felsefesi-metafizik yerine, bazı eserlerde görülen metafizik-doğa felsefesi sıralamasını tercih etmiş; genel ilkeleri vermesi bakımından metafiziği öncelemişti. Varlık’ın tanımıyla başlayan eserde şöyle deniyordu: “Varlığımın tasavvuru apaçıktır (bedihî); Varlık, varlığımdan bir cüz’dür; tasavvuru apaçık olanın cüz’ü de apaçıktır; o halde Varlık apaçıktır. [Dolayısıyla tanıma gereksinimi yoktur.]” Bu çıkarımın teknik felsefî açıklaması bir yana, yukarıdaki sorunla hemhal zihnimde çağrıştırdıkları önemliydi benim için. Kadîm geleneğimize bu gözle baktığımızda, ister İbn Sinâ çizgisinde, isterse, büyük oranda belirlediği, kelâmî çizgi ile irfanî çizgilerde olsun varlık duyuşu’nun merkezî bir yer edindiğini görürüz. Bu nedenle gerek bilginlerin kendilerinin gerekse inşa ettikleri kültür hayatının varlık duyuşu, düşünce hayatının en önemli merkez noktası olmalıydı. Bu yakalamalar sonucunda Türkiye’deki düşünce hayatının en önemli sorununun varlık duyuşu eksikliği hatta yokluğu olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.
Varlık duyuşu, bütünü idrak için zorunludur; çünkü bütünü idrak edemeyen, başta Tanrı olmak üzere pek çok kavram için derin ve kuşatıcı bir bakış elde edemez. Nitekim eşyaya bakışta insanın bakışına bütüncül bir özellik kazandıran bu varlık duyuşu’dur. Bu nedenledir ki, eski Yunanca’da hólon hem bütün hem organik hem de Evren anlamına geliyordu. Bu durum varlık duyuşu ile eşyayla temas arasında sıkı bir ilişkinin olduğunu gösteriyor. İnsan, eşyayla derin temas kurması sonucunda şey ile kendi arasında kopmaz bir süreklilik olduğunu his eder; bu his sonucunda Varlık’ın, Evren’in bir devamı olduğunu kavrar. Öyle ki, bir halden sonra tüm ayrımların ortadan kalktığını, bütüne katıldığını fark eder.
Varlık duyuşu’nun insan’da doğal bir zemini var mı? Zor bir soru? Ancak ilginçtir, Kazvinî, varlığımla, varlıkla başladığı eserini, insanla bitiriyor. İster olsun ister olmasın varlık duyuşunun idraki, sonuçta her bir kişinin, özellikle bilgiyle uğraşan kişilerin yaşaması gereken, şahsî bir iç-tecrübe, iç-deneyim. Tecrübenin kökeninde insanın varoluş tedirginliği yatar; tedirginlik insanın sarkaç misali ümit ile korku arasındaki salınımı; sabit ile değişken arasındaki endişesi; eşya önündeki ürpertisi, hayat karşısındaki gerginliği; yoldaki telâşı; hatta anlama ilişkin bunalımı… Çünkü varlık’ın bir devamı olmak hissi, insana hem güvenlik hem de kaygı verir. Yalnızca insanın mı; Evren’deki kıpırtı’nın maddedeki hareketin kaynağı bile tedirginlik. Her şey, her şeye karşı tedirgindir. Tedirginlik bizi var-kılar; bütünlükten tekilliğe geçişi mümkün kılar.
Şimdiye değin söylenenler, bu tecrübeyi yaşamayanlar için sözcük olmalarının ötesinde bir değer taşımazlar. Sözlemek, ‘s’ ekinin gösterdiği gibi, öz’ün dışarıya taşınmasıdır; b-en’in, s-en olması bu yüzdendir. B-irlik (vahdet), b-ütünlük sözcüklerinde görüldüğü üzere, ‘b’, içeri çeken, b-irleyen, öz’ü kilitleyen, b-en kılan, çerçeveleyen bir işleve sahiptir. Öz-deş-lik bu nedenle kapalılık, yalıtılmışlık, yalınlık (basitlik) ve hatta yalnızlık anlamlarına gelir. Nokta durumu, mutlak bir sükûnet halidir; sakin olma, s-essizlik durumu. Öz’ün kilitli olduğu durumda s-öz’e gereksinim duyulmaz; s-özlemek, öz’ün b-enin, s-ana uzanma arzusudur. Çünkü öz, zaten kendi içerisinde de kaynaşma, salınım, kıpırtı halinde bulunduğundan, yalnız olmadığını fark edince tedirginlik duyar; ötekine yönelmeye, dışarı çıkmaya çalışır. Akıl, ben hareket edince, s-öz dile gelir, dışarı çıkar ve b-en, s-ana uzanır. Nitekim tedirgin sözcüğünün eski Türkçede, demek, söylemek anlamındaki dimek’ten geldiği dikkate alınır, tedirgin’in kök anlamının da dedirtici olduğu göz önünde bulundurulursa, demek istenilen daha iyi anlaşılır. Değil midir ki, tüm organlarımız, aklımızın, benimizin dışarıya uzantılarıdır. Kısaca dendikte, s-öz-lemek, iki kişi olunca, b-irlikten ç-okluğa geçince başlar. Çokluk, yani hayat, benin sürekli içeride durmasını engelleyen en önemli etken; ancak ben, dışarıda, hayatı bir işaretler, simgeler toplamına dönüştürünce güvenlik hisseder. Bu nedenle kişinin kendisini araması hiç bitmez, sürekli devam eder; insanın içeri sarmasını hayat, dışarıda kalmasını da varlık duyuşu engeller; bu gerilimi nefsiyle/zihniyle değil de aklıyla yöneten insan bütünle ilişkisini sürekli kılar; ayık kalır.
Yalnızca kişilerin değil kültürlerin de varlık duyuşu vardır; ve bu o kültürü üreten kişilerin varlık duyuşlarıyla sıkı bir ilişki içerisindedir. Kanımca ancak ve ancak varlık duyuşu bulunan, teklif sahibi olabilir; hem kişi hem de kültür olarak. İşte bu nedenledir ki, rahatlıkla şu soruyu sorabiliriz: Günümüz Türk kültürünün bir varlık duyuşu var mıdır? Bu kültürü üretenlerin, Türk bilginlerinin varlık duyuşları mevcut mudur? Bu sorunun yanıtını kolaylıkla tespit edebiliriz: Türk kültürünün teklifi nedir? Ortada insanlara s-öz-lenecek bir öz-ümüz olduğunu zannetmiyorum; bu nedenle teklifimiz de yok. Bugün yapılan başkalarının s-öz-üne, öz-üne katılmaktır; katılmaya çalışmaktır. Bir temsille, yapılan, başkalarının özlerinin tezahürü olan sofrada yer kapmaktır. O sofrada bizi temsil eden hiçbir tezahür olmadığı için, kabul görmek adına kendimizi o tezahürlere benzetmeye çalışmaktır.
Öz, dışarıda tecessüm ettiğinde hakikat adını alır; dolayısıyla özü olmayanın dışarıda tezahür eden bir hakikati de bulunmaz. Bu nedenledir ki, Anlayış dergisinin önceki sayılarında birçok kez “Hakikati olmayanın siyaseti de bulunmaz” demiştik. Çünkü siyaset, öz’ün dışarıdaki hakikatinin idaresidir, seyr ü seferidir; öz’ün, b-en’in s-ana, s-özlenmesidir. Öz’ümüz yoksa, hakikatimiz, hakikatimiz yok ise dışarıya, ötekine söyleyecek bir s-öz-ümüz, siyasetimiz de bulunamaz. Nitekim bu gerçeği tespit eden atalarımız şöyle demiştir: “S-öz, öz-dür.” Kısaca, öz’ü olmayanın s-özü, sözü olmayanın hakikati, hakikati olmayanın siyaseti olmaz. Çünkü siyaset, bir milletin varlık duyuşu’dur.
Paylaş
Tavsiye Et